ALİ BABA
ANA SAYFA
ATATÜRK
ZİYARETÇİ DEFTERİ
HABERLER
ABDİ KÖYÜ
FOTOĞRAFLAR ALBÜMÜ
Ali Terazi Albüm
ŞİİRLER Abdi Köyü/ Kozaklı
FOTO GALERİ
TÜM SUNGURLU ÖZEL
TURHAL
DEVELİ
ŞEREFLİKOÇHİSAR
SUNGURLU VERGİ DAİRESİ PER.
21.VERGİ HAFTASI
SÖZ YURTTAŞIN
DOSTLAR ALBÜMÜ
KÜLTÜR HAZİNELERİMİZ
AHİ VE AHİLİK
NUTUK
NOSTALJİ
SAYAC
BASINDA ALİ TERAZİ
ESKİ TÜRKLERDE ÖLÜ GÖMME
KARINCALAR
MEKTUPLAR
ANKARA GEZİSİ 2009
SUNGURLU'DA DÜĞÜN
WİNDOVS LİVE_FOTOĞRAFLARI
ABDİ KÖYÜ SLAYTLARI
ALİ BABA ve 35 YIL
ANILAR (ALİ TERAZİ)
YERLİ MALI HAFTASI
NOTLARIM YENİ
SESLİ ŞİİR VE SLAYTLAR VİDEOLARI
ORGAN BAĞIŞI
FOTOĞRAFLAR SLAYTI
ESKİLER VE YENİLER
AZİME AKTAŞ
TARİHİNİ ARAŞTIRMALISIN
STRESİ YEN
ALİ BABA'NIN KÜTÜPHANESİ
KİTAPLIĞIMDAKİ KİTAPLAR:
VİDEOLAR YENİ 2016
TABİAT VİDEOSU (2016)
VİDEOLAR 2017 YILI
KÜTÜPHANE
DENEME ALİ BABA VİDEOLARI

ALİ BABA SİTESİ
SÖZ YURTTAŞIN

 


    




 

Kardeş Kardeşe Borç Vermez
 
Mustafa Kemal Paşa, 3 Mayıs 1920 günü Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa’ya yazdığı bir mektupta “Devlette hiç para kalmadı. Şu anda içeride para temin edebileceğimiz bir kaynak da yok. Başka kaynaklardan para temin edinceye kadar Azerbaycan hükümetinden borç para alınmasını temin etmenizi rica ederim” diyordu. Kazım Karabekir Paşa, isteği Azerbaycan hükümetine iletti. Bu istek, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Halk Cumhuriyeti ile Ankara Hükümeti arasındaki ilk resmi temastı.

Azerbaycan’dan Türkiye’ye uzanan kardeş eli

1921 yılı içinde Nerimanov’un şahsi emri ile Azerbaycan Dışişleri Bakanı Mirza Davut Hüseyinov, kazanılan Birinci-İkinci İnönü Savaşları münasebetiyle çektiği telgrafta “...Kazanılan bu büyük zaferlerden dolayı Türk halkını Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti adına kutluyoruz.” diyor ve bu büyük zaferlerin şerefine Azerbaycan halkının yardım için 30 sistern petrol, 2 sistern benzin, 8 sistern kerosin gönderdiğini bildiriyordu.
Aynı yılın Mayıs ayında Azerbaycan devleti, TBMM hükümetine 62 sistern petrol gönderdi ve bundan sonra savaş bitinceye kadar aynı değerde petrol ve üç vagon dolusu kerosin göndermeyi taahhüt etti. Bu taahhüdün dışında 1922 yılında Batum yolu ile Azerbaycan dokuz bin tondan fazla kerosin ve 350 ton benzin gönderdi.
Mustafa Kemal Paşa 1921 yılında Nerimanov’a bir mektup yazarak borç para talep etmişti. Bu mektubu 17 Mart 1921 günü büyükelçi Nerimanov’a ulaştırdı. Nerimanov, derhal 500 kg . altın gönderdi. Bunun 200 kg . devlet bütçesine, kalanı ise mühimmat ve silah için kullanıldı. Daha sonra Nerimanov Rusya’dan aldığı 10 milyon altın rubleyi Ankara’ya gönderdi. Bu yardımlarla savaş içindeki ülkenin durumunda belirgin bir düzelme oldu.
23 Mart 1921’de Azerbaycan hükümeti talep etmediği halde Türkiye’ye Azerbaycan halkının hediyesi olarak 30 sistern petrol, 2 sistern benzin, 8 sistern yağ gönderdi.
Nerimanov, Mustafa Kemal Paşa’nın yazdığı mektuba yazdığı cevabi mektubunda her gün kazanılan başarılarla Türk halkının emperyalizmden kurtulma günlerinin yaklaştığını, bu yüzden kahraman Türk halkını kutladığını yazıyor ve sonra ilave ediyordu; “Paşam, bizim Türk milletinde kardeş kardeşe borç vermez. Kardeş, her zaman kardeşinin elinden tutar. Biz kardeşiz, her zaman elinizden tutacağız ve tutmaya devam edeceğiz.” (A. Şemseddinov, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye-Sovyetler Birliği Alâkaları, shf.66) 
                                             ..........  BaRaN


Zülfü Livaneli















 
 
 
Che, Nutuk ve Atatürk‏
> Küba Devriminin öncülerinden ve Fidel Castro'nun
> yoldaşı Arjantinli devrimci
> doktor Che Guevara, 1967 yılında Bolivya'da
> yakalanıp öldürüldüğünde sırt
> çantasından; Atatürk'ün Büyük NUTUK' u
> çıkmıştır...
>
> NUTUK' un Küba Devrimindeki yeri aslında daha
önceki
> yıllara dayanıyor.
> Sosyalist Küba Cumhurbaşkanı Fidel Castro,
12 Mayıs
> 1961 tarihinde Havana'da
> görevli genç Türkiye diplomatı Bilal Şimşirden
> Atatürk'ün Büyük Nutuk
> Kitabını ister. ABD'nin bilgisi olmaması ricasıyla
> yapılan bu istek, Bilal
> Şimşir tarafından uzunca bir süre sonra yerine
> getirilebilir. İşte, Fidel
> Castro'nun Atatürk hayranlığının kaynağı;
> İngilizce Nutuk kitabını
> özümseyerek okumasında ve devrimci M. Kemal
> ATATÜRK' ün ilk antiemperyalist
> savaşımını zafere eriştiren 1919 Ruhundan
> esinlenmesinde yatıyor.
>
> 12 Aralık 1996da bir ödül töreni için gittiği
> Küba'da Fidel Castro ile
> görüşen Dursun ÖZDEN kendisine Türkiye'de
solcu,
> ilerici ve devrimci
> gençler; Che Guevara ve Fidel Castro'yu çok
> seviyorlar ve sizleri mutlak
> önder olarak kabul ediyorlar... der. Bu sözlere
> Castro'nun verdiği yanıt çok
> anlamlıdır: Devrimci M. Kemal ATATÜRK varken,
Türk
> gençleri neden
> kendilerine başka önder arıyorlar?...
Devrimci ATATÜRK
> bizim ve tüm mazlum
> halkların esin kaynağıdır...
> Mart 1997 de Habitat Toplantısı için İstanbul'a
> gelen Fidel Castro, yaptığı
> konuşmada şöyle der: Asıl devrimci M. Kemal
> Atatürk'tür. Ben bir devrim
> yaptım, ama Onun yaptıklarını asla başaramazdım.
> Sakın kendinize başka esin
> kaynağı aramayın... Fidel Castro'nun bu sözleri
> karşısında heyecanlanmamak
> mümkün mü? Bu bağlamda son yıllarda Latin Amerika
> ülkelerinde esmekte olan
> ulusalcı ve antiemperyalist rüzgarda Mustafa Kemal
> ışığının etkisi yok mudur
> sizce?...
>
> O Mustafa Kemal ışığıdır ki; doğudan batıya,
> güneyden kuzeye, birçok halk
> hareketini ve halk önderini etkilemiştir. Örneğin,
> çağdaşları Lenin ve
> Churchill kendisini hep takdir etmişlerdir. Örneğin,
> 1935teki Uzun Yürüyüş
> öncesinde Şankay Meydanında toplanan binlerce Çinliye
> seslenen Mao'nun ilk
> sözleri şöyledir: Ben, Çinin Atatürk'üyüm... Ve
> 1948den bugüne dek, Çin Halk
> Cumhuriyetindeki 8. ve 9. sınıflarda Yakınçağ Tarihi
> derslerinde Atatürk ve
> Cumhuriyet Devrimleri okutuluyor.
>
> Peki, Atatürk ışığı dünyanın dört bucağını
> aydınlatırken Türkiye'de neler
> oluyor? Ne yazık ki ülkemizde bir yandan gericiler ve
> yobazlar diğer yandan
> Che, Castro, Lenin, Mao gibi devrimci liderleri sözde
> örnek aldıklarını
> sanan uçuk solcular, Atatürk'ü ve düşüncelerini
> yıpratmak için her şeyi
> yapıyorlar. Emperyalistler ve yerli işbirlikçileri de
> Atatürk'e karşı olan
> her türlü gerici ve bölücü hareketi destekliyorlar. Bu
> tür çalışmalar yurt
> dışında da sürüyor. İşte sizlere iki örnek:
> Birincisi, Küba polis şefi Carlos Fernandez'in
> yaptığı açıklamaya göre:
> Başkent Havana'daki 13/K parkında, birçok dünya
> liderinin büstlerinin olduğu
> yerde bulunan Atatürk büstü, Havana Karnavalı için
> çeşitli ülkelerden gelen
> Kürt kökenli gençler tarafından 26 Temmuz 2007 günü
> yerinden sökülerek yok
> edilmiştir...
>
> İkinci örnek ise çok düşündürücü: Annan Planı
> gereğince KKTC'deki
> ortaöğretim okullarının ders kitaplarından Atatürk ve
> Türkiye Ulusal
> Kurtuluş Savaşı konuları çıkarıldı...
>
> Son yıllarda ülkemizin üzerine çöken kara bulutların
> dağıtılabilmesi için;
> öldürüldüğü gün Che'nin sırt çantasından
> çıkan NUTUK' u kendimize rehber
> edinmemiz gerekiyor.
>
> KKMC' den alıntıdır.
>
>
> --
> Av. Cemil Can

YÖNETİM FELSEFESİ

Türk ve Japon şirketleri arasında bir kürek yarışı düzenlenmesine
karar verildi.

Japonların takımında 8 kişi kürek çekiyor, 1 kişi dümencilik yapıyordu.
Türk Takımında ise 2 kişi kürek çekiyor, 3 kişi şeflik 3 kişi müdürlük
yapıyor 1 kişi de dümeni kullanıyordu.

Her iki takımda, performanslarının en üst düzeyine varabilmek
için uzun ve zorlu bir hazırlık döneminden geçti.

 
Büyük gün geldi ve iki takımda, kendini hazır hissediyordu.
Japonlar yarışı bir kilometre farkla kazandılar...

Yarış sonrası Türk takımı çok sarsılmıştı.Türk Şirket yönetimi
yarışın açık farkla kaybedilmesinin nedeninin bulunmasına karar verdi.

Yapılan araştırmalar, analizler ve uzun çalışmalar sonucu
düzenlenen raporlara göre hata bulundu ve çözüm önerisi getirildi.
Çözüm olarak  yönetimdeki düzeni güçlendirmek için 1 genel müdür atandı, ve sandaldaki ağırlığı dengelemek için kürekçi sayısı da 1 e indirildi.
Japonlara yeni bir yarış teklif etme kararı alındı.
9 kişilik Türk takımı Japonlarla bir yarış yapmak üzere yeniden
yapılandı.

Japonların takımında 8 kişi kürek çekiyor, 1 kişi dümencilik
yapıyordu.
Türk Takımında ise
yeni yapılanma şekli şöyleydi,
1 Genel müdür
3 Bölgesel müdür
3 Dümen şefi
1 Dümenci

1 Kürekçi

İkinci yarışı Japonlar iki kilometre arayla kazandılar.

Tepesi atan Türk şirketi yönetim kurulu hemen harekete geçti.
Yarışın kaybedilmesinden sorumlu tutulan kürekçi kovuldu
,

müdürlere ve diğer personele sorunun çözümüne olan katkılarından
dolayı ikramiye verildi.

 

                                                                      alıntı
                                                                     eset.com
Subject: FW: MEZAR ZIYARETI...


> Urfalının Biri Mezarında Yatan Babasını Ziyaret ediyor:
>
>
> Babo nasısan, eyimisen?
> Gene Fatihayı gaptın, keyfin yerinde.
> Oraları bilmem amma...
> Buraları bura olmaktan çıhmış gayri.
> Mezarıydan galksan,gafayı yersen.
> Öldüğüye sevinirsen.. .
>
> Sıra geceleri bitti artık.
> Şindi Bitliste beş minare de yok.
> Hasangalasında caketim de galmamış.
> Hem Urfa dağlarında ceylanlar da gezmiy.
> Herkes: Şak-şuka, şaka da - şuka söylüy...
>
> Ne mırranın, ne de gayfenin dadı galdı,
> Gayfenin neslisi çıkmış, südü de içinde.
> Gaçak çay da hepden gaçak olmuş,
> Sallama içiyler..
> Ahhh.. Şu gavur icadı televizyon yokmu?
> Tam üç tene eve aldım,gene de acans dinliyemiyem.
> Gumasının yüzünden gocasından ayrılan böyük gız,
Yaseminin
penceresinden bakmazsa göremiymiş.
> Öbür oğlan Gurtlar Vadisi.
> Hele o güççüğü yokmu ? Sen görmedin.
> Saçını hep Amerikan kesdiren,
> Gözü , gulağı oynuy namıssızın.
> Acun Firarda diy, başka bişey demiy
> Turizm dersine eyi geliymiş.
> Valla yalan,
> Mahsadı çıbıldak garılara baha...
>
> Torunun Şehmuzla iftihar etmelisen,
> Aletirik Mehendisi çıktı.
> İş bulamadı, galdırım mehendisiyem diy.
> Galdırım da yok ya, çamırlarda debeleniy, duruy...
> Babo bi de telefon çıkmış,minnacık.
> Şalvarın cebine on tene sığar şerefsizim.
> Tele-fon amma teli,meli yok.
> Eyi bişey de çok yalan söylüy.
> Ben Siloyu tarlada görüyem,
> Aradığın gişiye ulaşılmıy diy.
> Ancaaa foturaf bilem çekiy vallaha...
>
> Bu cümma rühuya hatim indirecektik;
> Mevlüt Hoca nazlanıy,boğazı ağrıymış.
> Yoh gendini üçaylara hazırlıymış...
> Eve iki tene CD göndermiş,
> Bunuyla gırk hatim iner demiş.
> Eh..Sen de bunuyla idare edersiy.
> Dünya işleri bitmiy.
> Şindi bana müsade;
> Aşağı kepir tarlaya gidiyim.
> Golf oynuyacağım da...

                                     alıntı

 

 HAYATINIZ SEÇTİĞİNİZ KADINDIR
>
>
> Peki siz seçtiğinizden memnunmusunuz???

 

>> > > > HAYATINIZ SEÇTİĞİNİZ KADINDIR> >
> >> > > Harun Reşit savaşta esir aldığı
> düşman Generale :> > >> > > -Hayatını
> bağışlarım ama bir şartım var , der.> > >
> 'Kadınlar hayatta en çok ne ister?' budur bilmek
> istediğim.......Bu> > > sorunun yanıtını getir
> ; kurtar kelleni der.> > >> > > General
> sorar soruşturur bu çetin sorunun yanıtını aramaya
> başlar ve Kafdağındaki bir cadının bunu bildiğini
> öğrenir....Günlerce gecelerce at koşturur , cadıyı
> bulur ve sorar:> > >> > > -Kadınlar
> hayatta en çok ne ister?> > >> > >
> Korkunç cadı yanıt için öyle bir şart ileri sürer ki
> yenilir yutulur cinsten değil.....> > >> >
> > -Evlen benim le!!!!. .... O zaman öğrenirsin ancak
> istediğini...> > >> > >> > > Bu
> ölümcül teklifi kabul eder General ve doğru yanıtı
> alır almaz koşar Harun Reşit'e ve :> > >>
> > > -Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle
> hareket etmek ister!.> > >> > > Harun
> Reşit Generalin hayatını bağışlar ancak cadıyada
> evlenmek için söz vermiştir. Neyse evlenirler.İlk gece
> General bir bakar ki , o korkunç cadı dünyalar güzeli
> bir afete dönüşmüş karanlık odada.....Konuşur cadı
> :> > >> > > - Benim kaderim böyle....
> Günün sadece yarısı güzel olabilirim , diğer yarısı
> çirkinim der.Ne dersin? Geceleri seninleyken mi güzel
> olayım , yoksa gündüzleri dışardayken mi?.....> >
> >> > > General düşünür ve :> >
> >> > > - Sen bilirsin kararı kendin ver
> der.İşte o an korkunç cadı sonsuza dek güzel bir kadın
> olarak kalır....> > >> > > Peki bu
> öyküden çıkarılacak 3 ders nedir???> > >>
> > > 1.Kadınlar en çok kendi özgür iradeleriyle
> hareket etmek isterler.> > > 2.Özgür iradesiyle
> hareket eden bir kadın her zaman güzeldir.> > >
> 3.İster güzel olsun, ister çirkin olsun her kadın
> aslında bir cadıdır. > > >> > >
> Hayatınız seçtiğiniz kadındır.......Zevkli bir kadına
> rastlarsanız zevkiniz,> > >> > > bilgili
> bir kadına rastlarsanız bilginiz ,> > >> >
> > zeki bir kadına rastlarsanız zekanız gelişir.>
> > >> > > Hayat kat kattır.Babil'in Asma
> Bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir ve bir terastan
> bir terasa sizi kadınlar götürür.Ve bugün durduğunuz
> teras , seyrettiğiniz manzara , gördüğünüz hayat
> yanınızdaki kadının terası , manzarası ve
> hayatıdır.....Hayatınız seçtiğiniz kadındır......
>

--
Tel :0216-456 11 00
Fax:0216-456 11 04

 

Ali emekci beyden alınan iletidir.teşekkürler sayın emekci

Hayata başlamak...
-
 Esinden bosanmis... Ayni günlerde ortagi oldugu
sirket krize girmis. Hersey üst üste gelmis. Varlikli ve
mutlu bir ingiliz yurttasi olan Richard Wilkins bir gecede
kendini bes parasiz ve yapayalniz buluvermis.

Gerçek zenginligi iste o noktadan sonra yakalamaya
basladim, diyor. Nasil mi? Hayatin anlamini kendi dünyasina yerlestirerek, yeni bir hayat bakisi olusturarak.

Bugün eskisinden daha zenginim, diyor Wilkins,
para ve malla degil duygularimla daha zenginim.
Anladim ki, sizi etkileyen seyleri degistirmeyi her zaman basaramazsiniz. Ama onlarin sizin üzerinizdeki etkisini degistirebilirsiniz . Bunu basardiginiz anda gerçek
zenginligi ve mutlulugu yakalamissiniz demektir.
Richard Wilkins Ingiltere'de piyasaya çikan
"Mental Tonic" (Zihin Açici) adli kitabinda yasam
felsefesinden süzdügü ilkeleri siraliyor.
Iste onlardan birkaçi:
 

* Gerçek degisim kimi eski seyleri farkli görmeye
baslamaktir.

* Pencerenizin cami kirliyse disari çikip manzarayi
parlatmaniz bosunadir.

* Eger siz kendinizi sevmiyorsaniz baskasi neden sevsin.
* Ana babaniz dogumunuzdan sorumludur, yasaminizdan degil.
* Eger kendinize yön ariyorsaniz yolunu kaybetmis birine sormayin.
* Dostluk, ayri olduklari zaman insanlari birlikte tutar.
* Fedakarlik çiçegin köküdür.
* Geçmisi bir kitap gibi kullanin, eviniz gibi degil.
* Birçok insan hayatinin büyük bölümünü oldugundan farkli görünebilmek için heba eder.
* Ilerlemenizin önündeki en büyük engel kendinize güvensizliginizdir.
* Aci, mutluluga göre daha çok sarki bestelemistir.
* Her davranisinda baskalarinin onayini arayan kimseler hayatin birçok güzelligini iskalar.
* Satihta hazine bulamazsiniz.
* Kahkaha ruhun dansidir.
* Mucize, enerjinizi korkularinizi degil rüyalariniza verdiginiz zaman baslar. 
* Karsisinizdakini dinliyor musunuz,
yoksa konusmak için sira mi bekliyorsunuz?

* Ikiyüzlülük sadece sahibi tarafindan görülemez.
* Hayatinizi bir para kazanma denemesi olarak kullanmayin.
* Cennete gitmenin iki yolu vardir  1) Gerçekten öldügünüz zaman 2) Gerçekten yasadiginiz zaman
* Gerçek zenginlik vaktinizi insanlara vermektir, para karsiligi satmak degil.
* Müzigi notalarin arasindaki sessizlik yaratir.
* Mutluluk makineye benzer. Ne kadar basit olursa o kadar az bozulur. 

                                                                    alıntı
                                               
From:
faruk.ramazanoglu@gmail.com
To:

yyalamanoglu@gmail.com


kimden:mustafa özkanca  7.02.2008 1:06

ATATÜRKÇÜLER MUTLAKA OKUMALISINIZ COK GÜZEL
>
> >>>>>>BİR TÜRK
> >>GENCİNİN ATA'YA HİTABESİ
> >>
> >>>>>>Sevgili Atam;
> >>
> >>>>>>Sana bu hitabeyi 33 yaşına girmiş,
> >>
> >>>>>>Failatün, failatün, failatün,failün ölçü sistemini,
> >>
> >>>>>>Niagara Şelalesi'nin yükseklik ve debisini,
> >>
> >>>>>>Yes, it is a pencil demesini,
> >>
> >>>>>>Deli İbrahim'in küpesini;
> >>
> >>>>>>Bir bir kafama yerleştirdiler de;
> >>
> >>>>>>Bana senin insan yönünü anlatmadılar.
> >>
> >>>>>>Sigara tiryakisi olduğunu,
> >>
> >>>>>>Rakı içtiğini,
> >>
> >>>>>>Aşık olduğunu,
> >>
> >>>>>>Evlendiğini,
> >>
> >>>>>>Boşandığını,
> >>
> >>>>>>Kim bilir kaç geceler savaş meydanlarında 
cesetlere bakıp,için için ağladığını,
> >>
> >>>>>>Özlemlerini, hasretlerini,
> >>
> >>>>>>Geleceği kazanmaya dair fikirlerini
> >>
> >>>>>>Anlatmadılar.
> >>
> >>>Bana, 
bize, tüm dünya gençlerine bayram armağan etmiştin.
> >>
> >>>>>>Armağanını, uygun adım
> >>
> >>>>>>sol-sağ-sol
> >>
> >>>>>>sol-sağ-sol Kutladık...
> >>
> >>>>>>Kaçımızın ayağı su toplamıştı.
> >>
>>>>Kaçımız kıçına yediği sopa yüzünden altına işemiştik.
> >>
> >>>>>>Biz bayramlarda bunalan gençlerdik.
> >>
> >>>>>>( Ne zaman baloda smokinli fotoğrafını görsem, 
19Mayıs'lara yanarım.)
> >>
> >>>>>>Bir yandan;
> >>
> >>>>>>Heykellerini diktik
> >>
> >>>>>>Dağa-taşa silüetlerini çizdik,
> >>
> >>>>>>Her kitaba, her yazıya
> >>
> >>>>>>Mutlaka senden alıntılar yerleştirdik.
> >>
> >>>>>>Bir yandan;
> >>
> >>>>>>Her işin kolayına kaçtık,
> >>
> >>>>>>Ticarette kazık attık,
> >>
> >>>>>>Üretim yerine kopyaladık,
> >>
> >>>>>>Bilimadamlarını sindirdik,
> >>
> >>>>>>Aydınları yargıladık,
> >>
> >>>>>>Yoktan yere nice vatan hainleri ürettik,
> >>
> >>>>>>Çoktan yere nice amaçsız gençler yetistirdik.
> >>
> >>>>>>Zeki,çevik ve aynı zamanda düzenciydik.
> >>
> >>>>>>Eğitimi siyasete kurban verdik,
> >>
> >>>>>>Ekonomiyi siyasete kurban verdik,
> >>
>>>Aydınlık olması gereken gelecekleri 
siyasete kurban verdik.
> >>
> >>>>>>Varlığımız siyasi emellere armağan oldu...
> >>
> >>>>>>Benim biricik Atam;
> >>
> >>>>>>Biz Demokles'in kılıcını sapından değil
> >>
> >>>>>>Keskin yanından tutmayı marifet bildik.
> >>
> >>>>>>Senin ruhunu gıdım gıdım içtik,
> >>
> >>>>>>Tükettik...
> >>
> >>>>>>Tükettik...
> >>
> >>>>>>Tükettik...
> >>
> >>>>>>Dedemden babama, babamdan bana
> >>
>>>>Politikacı tabiriyle 'enkaz devralmış'bulunmaktayız.
> >>
> >>>>>>Bu gidişle biz, çocuklarımıza devredecek
> >>
> >>>>>>Enkaz bile bulamayacağız...
> >>
> >>>>>>Türk'tük, doğruyduk,çalışkanlığımız şüpheli;
> >>
> >>>>>>Birinci vazifemiz; Türk istiklalini ve Türk
> >>Cumhuriyeti'ni Ilelebet
> >>
> >>>>>>muhafaza ve müdafaa etmek,
> >>
> >>>>>>Ülkümüz;
> >>
> >>>>>>Yükselmek, ileri gitmekti...
> >>
> >>>>>>Uzun bir yoldu...
> >>
> >>>>>>Yorucu ve yıpratıcıydı...
> >>
> >>>>>>Adidas'larımız eskidi,
> >>
> >>>>>>McDonalds'ta mola verdik.
> >>
> >>>>>>Belki de 'Bir Türk dünyaya bedeldir' deyişini
> >>
> >>>>>>Biz 'Her Türk dünyaya bedeldir'anladığımız için
> >>emanetini,
> >>
>>>>1 milyon beş yüzseksen bin kat küçültmeyi becerdik...
> >>
> >>>>>>Verdiğin en önemli görev:
> >>
> >>>>>>Bu ahval ve şeriat içinde dahi vazifem
> >>
> >>>>>>Türk istiklalini ve cumhuriyetini
> >>
> >>>>>>İlelebet muhafaza ve müdafaa etmektir,bilirim.
> >>
> >>>>>>Muhtaç olduğum kudretin,
> >>
>>>Sana güvenimde mevcut olduğunu belirtir,ellerinden
> >>hasretle öperim...
> >>
> >>>>>>
> >>
>>>baştan sonuna kadar okuyanlara teşekkürler sizler gerçek
> >>bir
> >>
> >>>>>>Atatürkçüsünüz bence
> >>
> >>>>>>
> >>
> >>>>>>YER: TÜRKİYE
> >>
> >>>>>>YIL: 1938
> >>
> >>>>>>SAAT: 09.05
> >>
>>>ATATÜRK ÖLÜYOR ARADAN ONLARCA YIL GEÇİYOR
> >>
> >>>>>>YIL: 2007
> >>
> >>>>>>ATATÜRK TEKRAR DÜNYAYA GELİYOR...
> >>
> >>>>>>DOĞRUCA MECLİSE GİDİYOR,
> >>
>>>>>MEMLEKET NASIL YÖNETİLİYOR GÖRMEK İÇİN...
> >>
>>>MECLİS KAPISINDA CUMHURBAŞKANI,BAŞBAKAN,
DEVLET BAKANLARI
> >>KARŞILIYORLAR.
> >>
>>SALONDA EN ÖNE OTURTUYORLAR VE O GÜNKÜ
 ÜLKE SORULARI
> >>TARTIŞILIYOR...
> >>
>>>OTURUM BİTİYOR, ATATÜRK Ü MECLİS LOKANTASINA
> >>GÖTÜRÜYORLAR,
> >>
>>>>YEMEKTEN SONRA OTELE GÖTÜRÜP YATIRIYORLAR....
> >>
>>>>ERTESİ SABAH OTELDEN ALMAYA GİDİYORLAR,
> >>
> >>>>>>ATATÜRK ÜN ODASI BOMBOŞ..!!
> >>
> >>>>>>VE MASANIN ÜZERİNDE BİR KAĞIDA YAZILMIŞ
 ŞU SÖZLER VAR:
> >>
> >>>>>>'EFENDİLER...
> >>
> >>>>>>BEN İSTANBULA GİDİYORUM,
> >>
> >>>>>>ORDAN BİR VAPURA BİNİP TEKRAR SAMSUNA ÇIKACAĞIM.
> >>
>>>>ÇÜNKÜ, BU ÜLKENİN BİR KURTULUŞ SAVAŞINA
 DAHA İHTİYACI
> >>VAR...'
> >>
>>>BU KADAR ANLAMLI BİRŞEY DAHA YOKTUR SANIRIM
> >>
> >>>>>>BU ÜLKEMİZ İÇİN...
> >>
> >>>>>>
> >>
>>>> Şimdi, diğer saçma sapan mailler yerine bu tür
> >>mailleri forward lamak
> >>
> >>>>>>daha önemli değil mi?
> >>
> >>>>>bu maili birilerine forwardlamazsan kimse sana
> >>kızmayacak,
> >>
> >>>>>>bir dileğin gerçekleşmeyecek
> >>
> >>>>>>yada msn iconu maviye dönüşmeyecek,
> >>
> >>>>>>sadece gerçekleri,
> >>
> >>>>>>içinde bulunduğumuz durumu öğreneceksin...
> >>
> >>>>>>Ve ülkemizin ne tür bir durum içinde olduğunu.....
> >>
> >>>>>>UNUTMA;
> >>
> >>>>>>sen bir TÜRK evladısın...
> >>
> >>>>>>VE
> >>
>>MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET DAMARLARINDAKİ
ASİL KANDA MEVCUTTUR!!!
> >>
> >>>>>>NE MUTLU TÜRK'ÜM DİYENE!!



KEKLİK> >Bir Osmanlı Hikayesi...
> >
>>Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim, 
tebdili kıyafet yapmış, Kuşlar
> >Çarşısı'nı geziyormuş. Avcılar avladıkları kuşları, 
tuzakçılar
> >yakaladıkları maharetli, eğitimli, güzelim kuşları 
satıyorlar.
> >
> >Bir ara gözü kekliklere ilişiyor padişah'ın. 
Bir grup kekliğin üzerindeki
> >varakta, "Tane işi, satış fiyatı 1 altın" yazıyor.
> >
>Hemen yanı başlarında asılı, 
adeta altın kafes içinde bir keklik daha var
> >ki, fiyatı; 300 altın.
 Padişahın gözü 300 altınlık kekliğe takılıyor.
> >"Hayırdır" diyor satıcıya. 
"Bunun diğerlerinden ne farkı var ki, bunlar 1
> >altın, bu 300 altın?"
> >
> >Satıcı, "Bu keklik özel eğitimli, çok güzel ötüyor, 
ötmesi bir yana bunun
> >ötüşünü duyan ne kadar keklik varsa hepsi onun etrafına 
doluşuyor" diyor.
> >
> >"Tabii bu arada avcılar da o e trafa doluşan 
keklikleri daha rahat
> >avlıyorlar" diye ekliyor.
> >"Satın alıyorum" diyor Padişah,
"Al sana 300 altın..."
> >Parayı veriyor; hemen oracıkta kekliğin kafasını kopartıyor.
> >
> >Adam şaşırıp,
> >
> >"Be adam!!! Ne yaptın??
En maharetli kekliğin kafasını koparttın" 
diye
> >dövünürken padişah gürlüyor:
> >"Bu kendi soyuna ihanet eden bir kekliktir.
Bu gibilerin 
akıbeti er ya da
> >geç budur"......
> >
> >BİZDEKİ HAİNLERE DUYURULUR.......


Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi, İslam Felsefecisi

Doç. Dr. Şahin Filiz: TÜRKİYE'DE TARİKATLAR OLİGARŞİSİ VAR

Cumhuriyet Gazetesi yazarı Leyla Tavşanoğlu, Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi, İslam Felsefecisi Doç. Dr. Şahin Filiz'le yaptığı ve 27 Ocak 2008 günlü Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanan ilginç söyleşiyi dikkatinize sunuyoruz:

"Bu hükümet toplumsal barışı iyice bozmaya ve ipleri kopma noktasında germeye kararlı. Ülkede halledilecek hiçbir konu kalmamış gibi Başbakan türbana odaklanmış. En kısa zamanda sıkmabaş ya da türbanı ülkenin bütün toplum katmanlarına dayatmayı kafasına koymuş. İslam felsefecisi Doç. Dr. Şahin Filiz' le konuşuyoruz. Kuran'da kadınların başlarını örtmeleriyle ilgili kesinlikle hiçbir ayetin olmadığını anlatıyor. 14. yüzyıldan sonra birtakım uydurma hadislerle saf Müslümanların kafalarının karıştırıldığını vurguluyor. Bugün Türkiye'nin tarikatlar ve cemaatler tarafından yönetildiğinin de altını çiziyor."

- Siyasal ideoloji olarak İslamın siyasi yelpazede yeri neresidir?

FİLİZ - İslam dini gerçekten siyasallaştıysa yeri dinsel oligarşidir. Bu oligarşi de tarikattan tarikata, cemaatten cemaate devredilen bir otorite olarak karşımıza çıkar. Bir yerde cemaatler ve tarikatların oligarşisi haline gelir.

- Türkiye'de olduğu gibi mi?

- Tabii. Zamanla bu oligarşiler o kadar çoğalır ki bunlar kendi içlerinde bir iktidar ve nüfuz savaşına girerler. Kendilerinin dışında addettikleri, ötekileştirdikleri kişiler, gruplar ve içinde bulundukları topluma karşı mücadeleye girişirler.

Bu mücadele hem birbirleriyle hem de bulundukları devlete, cumhuriyete karşıdır. Her iki durumda da siyasal İslam tahakkümcü, baskıcı, belirleyici, biçimleyici ve geriye dönüşü temsil eden bir siyasal erk haline gelir. Siyasal İslamın taşıyıcıları cemaatler ve tarikatlardır. Cemaatler ve tarikatlar bunu birdenbire yapmazlar.

- Yavaş yavaş gündeme getirdikleri türban konusu gibi mi?

- Evet. Türban 1970'te farz kılınmıştır. Çünkü Türkiye'de ithal dinsel telakkiler, anlayışlar, 1970'ten itibaren Ortadoğu'daki İslamcı ve Arapçı milliyetçi hareketlerin kitaplarının Arapçadan tercüme edilmesiyle Türkiye'ye girmiştir.

Bazı semboller dinle özdeşleşerek Türkiye'ye geldi. Dolayısıyla biz dini de Araplardan öğrendik. Eğitim ve öğretimini de onlardan aldık.


Lübnan'dan ithal siyasi islam

- Bu mesele neden 1970'ten başlayarak Türkiye'ye girdi? 1970 tarihinin belirleyiciliği nedir?

- Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, 1970'li yıllarda Güney Lübnan'daki Şiilerle oraya yerleşen Filistinliler arasında huzursuzluklar çıktı. Filistinliler Şiilerin kadınlarını rahatsız ediyorlar gerekçesiyle Şii lider Musa Sadr bir başörtüsü modeli yarattı.

Bu bir üniforma biçimiydi. Daha sonra bu Türkiye'ye türban olarak geldi.

1970'lerde zaten Arap dünyasında çıkan kitapların Türkçeye tercümeleri, türban, Arap dilinin dini öğrenme ve yaşamanın bir yolu olduğuna ilişkin propagandanın yoğunlaşmasıyla Türkiye'de Araplara göre bir din, dünya ve devlet anlayışı hâkim olmaya başladı. O tarihten bu yana da yoğunlaşarak devam eden mikro Arap milliyetçi düşüncesine odaklanan bir din anlayışı doğdu. Zaten çarpışma da bundan kaynaklanıyor.

1970'li yıllardan itibaren Arap dünyasındaki Seyit Kutup' ların, Hasan el Benna' ların, İran'da Ali Şeriati' lerin başını çekmiş olduğu Müslüman Kardeşler Hareketi, Marksist diyalektikle birlikte İslam devrimciliğini öne çıkardı.

- İyi de Marksist diyalektikle İslam nasıl birbiriyle bağdaşır? Amaç kafaları mı karıştırmaktı?

- Tabii. Bir tarafta Marksist diyalektik, öbür tarafta ta İslamcı dogma... Bu akım Türkiye Cumhuriyeti devletine, ulusal birlik ve beraberliğine karşı bir ideolojiye dönüştü.

Ne kadar çok karşıt bir ideoloji olarak tanımlandıysa o kadar çok Atatürk , Türkiye Cumhuriyeti ve bağımsızlıkla mücadele formuna dönüşmüştür. İmanın, Müslüman olmanın tek koşulu haline gelen bu karşıt konumlanma bugün kendini değişik simgelerle göstermeye başladı. Bu simgelere karşı çıkanlar ve bu simgelerin gerisindeki gerekçeleri görebilen insanlar çok haklıdırlar. Çünkü bu simgelerin gerisinde çok netameli gerekçeler vardır.

- Türbana geri dönersek... Kuran'da Nur Suresi'nin 30. ve 31. ayetlerinde kadınların başlarını örtmelerinin kesinlikle farz olmadığı ortaya çıktı. Ayetlerde sadece kadınların cinsel organlarını ve göğüslerini örtmeleri gerektiği tavsiye ediliyor. O zaman, "Kuran'da farz" diye kadınlara bu dayatma nasıl yapılabiliyor?

- Baş örtmeye Nur Suresi'nin 30. ve 31. ayetleriyle Ahzab Suresi'nin 59. ayeti sürekli kanıt olarak gösteriliyor. Ancak bunlar kesinlikle başörtüsüyle ilgili değildir. Çünkü bu ayetlerde baş ve saç sözcükleri geçmez.

Bu kadar önemli, bu kadar vurgulanan bir emir olsaydı saç ve baş sözcüklerinin geçmesi gerekirdi. Oysa böyle bir şey yok. Sizin de söylediğiniz gibi Kuran'a göre asıl örtülmesi gereken göğüs kısmı ve cinsel organlardır. O dönem giyim kuşam kültürü yeni yeni yerleşen Araplara bu da normal bir tavsiyedir. Öbür yanda Araf Suresi 20, 22. ayetlerde Âdem ve Havva'dan söz eder. Yasak ağaca yaklaştıklarında utandılar ve hemen ayıp yerlerini örtmeye başladılar, diyor. Bu Tevrat ve İncil'de de vardır. Ama o surelerde, "Bu arada Havva başını da örttü" diye bir ifade yok. Demek ki kadının başını örtmesi konusu kesinlikle kullanılan ve siyasallaştırılan bir simgedir. Bir dinin Türkiye'de nasıl siyasete alet edildiğini görüyoruz. Arkasından, dini alet eden siyasetin bugünkü aşamada nasıl din haline geldiğini görüyoruz. Bugün ortada İslam dini yoktur, siyaset dini vardır. O siyaset ne söylerse halk onu İslam dininin bir emri gibi görmeye başladı. Asıl tehlike buradadır. Bu siyaset iktidarları yaratıyor; iktidardan düşürüyor; ülkenin kaderiyle oynayabiliyor; Atatürk Cumhuriyeti'ni tartışılır hale getiriyor.

- Peki, bu halk bu gerçeği nasıl göremiyor?

- Halkımızın şunu görmesi gerekiyor:

İslam dini kendi yüceliği ve güzelliğiyle kalplerde yerini alır. Bu yücelik ve güzellik ortadan kaldırılıyor, dine saygısızlık yapılıyorsa bunu da siyasiler yapıyor. Başbakan da dahil olmak üzere hiç kimse dine elini uzatarak siyaset fetvası çıkarmak suretiyle genelgeler yayımlayamaz. Böyle bir yetkisi yok.

Siyasilerin mutlak surette dinden ellerini çekmeleri gerekiyor. En azından tamamıyla laikleşmeleri gerekiyor.

- Bir de kadınların dövülmesini caiz kılan ayetler olduğu söylenir. Böyle ayetler gerçekten var mıdır?

- Bakın, Kuran'da darp kelimesi geçer. Ancak darp kelimesinin çok çeşitli anlamları vardır. Dövmek anlamı bunlardan sadece birisidir. Kadınlarla ilgili ayette kullanılan darp kelimesi dövün anlamında değildir. Kadınla oturun konuşun, anlamındadır.

Örneğin Ahzab Suresi 34. ayet, kadın ve erkek ayrımını kesinlikle ortadan kaldırıyor. Diyor ki: "Allah'a inanan kadınlar ve erkekler, doğru, düzgün hayat yaşayan kadınlar ve erkekler, namaz kılan kadınlar, namaz kılan erkekler, sadaka veren kadınlar ve erkekler, sabreden kadınlar ve erkekler..."

Gördüğünüz gibi kadını ve erkeği eşit kılıyor; bütün ayrımları kaldırıyor.

- Kuran'ın ayetlerinde böyle bir eşitleme varken siyasal İslam kadını neden ikinci plana itmek istiyor? Neden kadını toplumdan dışlamayı amaçlıyor? Ayrıca kadın kendini neden bu şekilde kullandırtıyor?

- Bunun birtakım nedenleri var. Bu sadece başörtüsü ya da türbanla ilgili değil.

Aslında bu, kadın, insan sorunuyla ilgili. 14. yüzyıla kadar İslam uygarlığı içinde "Peygambere gerek var mıdır, yok mudur, Kuran'ın ne kadarı rasyoneldir, ne kadarı değildir" den tutun, her şey tartışılmıştır. Böylece koskoca bir İslam uygarlığı ortaya çıkmıştır. Ama o zamana kadar kadın konusunda hiçbir tartışma yoktur. O İslam rönesansı döneminde kadın dövülür mü, tesettüre girmeli mi, gibi en ufak bir tartışma yoktur.


Uyduruk hadisler


- İyi de o zaman bütün bu kadın üzerine tartışmalar nereden kaynaklanıyor?

- İslam rönesansı döneminde din homosentriktir. Yani insan merkezlidir. İnsana göre bir Tanrı ve din telakkisi geliştirilmiştir. Benim o dönemlerdeki İslam felsefesiyle ilgili çalışmalarım da var. Ama 14. yüzyıldan sonra İslam dünyasında teosentrik bir din ve dünya görüşü hâkim olmaya başladı. Tanrı nesnel bir varlıktır. Ama Tanrı tasavvuru her kişiye göre değişir. Herhangi bir Tanrı tasavvurunu alıp dinin odak noktasına, insanın yerine koyarsanız her şeyi o Tanrı'ya göre belirlemiş olursunuz. İlk belirlediğiniz kişi de insan olur. Demek ki 14. yüzyıldan sonra, özellikle İmam Gazali' yle birlikte, teosentrik, yani Tanrı tasavvuruna dayalı bir din ve dünya görüşü geliştirilmiştir. Öyle bir insan tipi ortaya çıkmıştır ki, Tanrı emreder insan yapar, inancına sahip olmuştur.

Böyle insan anlayışına en uygun gelebilecek zayıf varlık, erkek tarafından kolayca istismar edilebileceği düşünülen cins olarak seçilen de kadın olmuştur.

- 14. yüzyıldan söz ediyoruz. Aradan 700 yıl geçti. Bunlar hâlâ 700 yıl öncesinin kafasıyla mı yaşıyorlar?

- Evet. Kadın da hâlâ kendini bu şekilde kullandırtabiliyor.

Kadın, sığınma bekleyen, aciz, Allah katında eksik bir varlık olarak konumlandırılmıştır. Kadının eksikliklerini sayıp dökmek için bazı hadisler de uydurulmuştur. Ayetler çarpıtılarak tefsir edilmiştir. Size uydurulan hadise bir örnek vereyim: "Peygamber kadınları topladı. 'Ey kadınlar. Sizin dininiz eksiktir' dedi. 'Neden?' diye sordular. 'Ayda bir kere aybaşı olmuyor musunuz? O dönemde namaz kılabiliyor, oruç tutabiliyor musunuz' diye kadınlara sordu. 'Hayır' cevabını alınca da 'Sizin dininiz eksiktir. Aklınız eksiktir' dedi. Kadınlar, 'Niye aklımız eksiktir' diye sordular. 'Mirastan daha az pay alıyorsunuz. Şahitlikte erkeklere göre ikiye birsiniz' dedi. Kadınlar da kabul ettiler."

Böyle hadisler var, uydurulmuş olan...

- Ama Kuran'ın orijinalinde bu tür hadisler yok, öyle mi?

- Yok. Bunlar uydurma. Ama bunlar mahalle anneleriyle tarikatlardaki abla tabir edilen kadınlar tarafından sürekli olarak her toplantıda kadınlara telkin ediliyor. Kadınlarımıza, "Sizin insan olmak gibi bir lütfa ermeye daha çok vaktiniz var. Siz erkeğe göre daha az insan, cariyeye göre daha fazla kadınsınız" diye sürekli anlatılıyor. Bu iğrenç ve netameli gerekçeleri dine dayandırmak siyasal İslamın biricik can simidi haline gelmiştir.

- Mahalle anneleri ve tarikat ablalarının kadınlarımıza bu telkinleri yaptığını söylediniz. Ama onların kendileri de kadın. Nasıl oluyor da böylesine yetkili ağızla bu telkinleri yapabiliyorlar? Onları dinleyen kadınlar, "Siz de kim oluyorsunuz" diye soramıyorlar mı?

- Soramıyorlar, çünkü dinin emri olduğunu düşünüyorlar. Sorduğu takdirde, aklını kullandığı takdirde o anneler ve ablalar da o bilgileri şeyhlerinden aldıklarını söyleyerek işin içinden sıyrılıyorlar. Onlar taşıyıcı.

- Şeriat hukukunun geçerli olduğu ülkelerde insan yaşamını hiçe sayan cezalar var. Örneğin kol, bacak, el kesmek, kadınları recmetmek gibi... Bunlar Kuran'da var mı?

- Yok. Uydurulan hadislere konulmuşlardır. Sonradan eklenmişlerdir.

Öylesine büyük bir uydurma literatürü var ki. Şehir ismi vermeyeyim. Ama pek çok şehirde bu hadisler çok ciddi oldukları söylenen insanlar tarafından ev sohbetlerinde dinin temel emirleri gibi sunuluyor.

Bütün bunlar aslında yeraltı faaliyetleridir. Yeraltı faaliyetinde hükme bağlanmış, birer yargı halini almış, biçimlenmiş, artık sorgulanması bile küfrü gerektirecek diye inanılan hükümlerin siyasete aktarıldıktan sonra nasıl insan hakları ve kadın özgürlükleri olarak paketlenmeye çalışıldığını görüyoruz. Bu aslında illegaldir.
Dincilerin yeraltı faaliyetleri
- Bunların üreme yerleri nereleri?

- Bodrumlarda, havasız, karanlık, sağlıksız ortamlarda meyve üretiyorsunuz. Sonra

bunları pazara çıkarıyorsunuz. "Meyve üretiyorum. Niye benim pazarımı engelliyorsunuz?" diyorsunuz. Oysa sizin ürettiğiniz hastalıklı bir meyve.

Dinin barış, dostluk, kardeşlik gibi temel ilkelerini çiğneyerek yeraltında üretilen bu hükümler daha sonra bizim karşımıza kadın hakları, özgürlükler, insan hakları olarak çıkıyor. Zaten illegalite burada.

- Türkiye dünyada en yüksek faiz oranını ödeyen ülke. Oysa Kuran'da faiz haram. O zaman bizimkilerin Müslümanlığı nerede kaldı?

- Kuran'da paradan para kazanmak,

herhangi bir emek harcamadan mal

edinmek ya da yarar sağlamak kesinlikle haramdır. Bu temel ilkeler çiğnenirken

öbür taraftan simgeler üzerinden

dindarlık yapmanın daha verimli,

daha kolay olduğu, dünyasal hedeflere

daha kısa yoldan ulaşılabileceği kanısı iyice yerleşmiştir.

"Türban yasağının kalkmasıyla özgürleşeceğiz" deniliyor. Hâlâ akademisyen, solcu, entelektüel geçinen birtakım insanlar, ikinci cumhuriyetçilerle el ele veren ve

"AB küfürdür, Hıristiyan kulübüdür"

diyen dünün RP'li bakanı, bugünkü cumhurbaşkanı, bugün nedense yön

değiştirdi. İslam mı değişti, yoksa onlar mı?

Bir kere İslam dininde konjonktürün

yaratmış olduğu ayrımla ilgili değerlendirmeler vardır. Örneğin "hür - cariye".

Kuran da bu ayrımı ortadan kaldırmak

istiyor ve her insanın özgür olduğunu söylüyor. Yeni Şafak gazetesi yazarı Hayrettin Karaman, "İslamda Kılık Kıyafet" adlı sempozyumun basılı kitabında diyor ki:

"Hür - cariye diye bir ayrım vardı.

Eskiden cariyeler her ihtiyacımızı

görürlerdi. Şimdi o müessese kalktı. Ben buradaki bilim adamlarına soruyorum. Eskiden cariyelerimize gördürdüğümüz

işleri bugün hür kadınlarımıza gördürüyoruz. Bu boşluğu dolduracak bir müessese olsa. Bir kadınla yetinmeyip ikinci kez evlenmek isteyen gençler var. Bu müessesenin boşluğunu dolduracak başka bir müessese olamaz mı?"

Kadının namusu türbana odaklandı
- Peki, bu sözler kadınların topuna hakaret değil mi?

- Burada şunu söylemek istiyorum. Bu insanlar kadının başını örterek özgürleştiğini söylerken Hayrettin Karaman ve benzerleri şunu dile getiriyorlar: "Cariyelerin başlarını örtmesi doğru değildir. Çünkü örtünmek hür kadının hakkıdır."

Ben başımı örterek özgürleşmek istiyorum, diyen bir kızımız, kadınımız böyle bir psikolojiye odaklandı. Başını örtmediği için cariye sınıfından hür sınıfına atlayamayacağı korkusu ve psikozu içine giriyor. Bir kız, "Başımı örterek özgürleşmek istiyorum" diyorsa onun aklında cariye sınıfından hür sınıfa atlamak vardır.

- Yani o sapık psikolojiye göre başı açık kadın fahişedir. Öyle mi?

- Zaten, başı açıklarla oturulmaz, deniyor. Hatta, başını örtmekle örtmemek imanla küfür arasındaki çizgi kadardır, deniliyor. Bir kadının başını örtmesi, Müslüman kimliğine, namusuna, iffetine, imanına sahip olması anlamına geliyor, deniyor. Örtmemeyi ise siz artık düşünün.

Başbakan, "İnancı gereği başını örten insanlar" dedi. Herhangi bir giyim tarzı ya da davranış biçimi inancın gereği olarak ortaya atılıyorsa onu yapan inançlıdır, yapmayan inançsızdır, demektir. Ayrım burada başlıyor.

PORTRE
Doç. Dr. ŞAHİN FİLİZ
Bolvadin, Afyonkarahisar 1965 doğumlu. Yükseköğrenimini Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde yaptı. 1995'te ilahiyat doktorasını aldı. Daha sonra ABD'de Harvard Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Yabancı Diller ve Doğu Bilimleri Anabilim Dalı'nda post-doktora çalışmasını yaptı. 2000'de doçent oldu. 2005'te profesörlük için bütün bilimsel çalışmalarını tamamlamasına karşın hâlâ kadro alamıyor. Selçuk Üniversitesi İslam Felsefesi Anabilim Dalı'nda dersler veriyor.


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 Vatikan'ın yeni günah listesi 
 gerçekten günah.
 İşte modern günahlar;

 

 

 
 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Vatikan'ın iki numaralı adamı Gianfranco Girotti 
hafta sonu yeni bir günah listesi yayımladı.

Vatikan gazetesi L'Osservatore Romano'a konuşan Girotti, 
çağımızda insan ruhu için en büyük tehlikenin biyoethik olduğunu 
söyledi. Girotti, insan organizması üzerinde yapılan deneysel 
çalışmaların da yeni günah listesinde yer aldığını vurguladı.

Vatikan'a göre modern günahlar:

 Emisyon gazı yaymak
 Genlerle oynamak
 İnsanlar üzerinde deneysel çalışmalar yapmak
 Kök hücre
 Uyuşturucu ticareti
 Ekonomik ve sosyal eşitsizlik

 

 

İNTERNET HABER (29.03.2008) 

 
Bir babanın itirafları
Bir babanın itirafları
29 Mart 2008 Cumartesi 10:00
Annesini boğazını keserek öldüren Başak'ın babası bir mektup yazarak bu hale nasıl geldiklerini anlattı. Mektupta bir ibret öyküsü var.

Ankara’da dekan yardımcısı annesinin boğazını bıçakla keserek öldüren Başak’ın babası Profesör Semih Aydıntuğ habervitrini sitesine bir mektup göndererek "günah çıkardı".... Baba Aydıntuğ Başak'ın küçük yaştan beri problemli olduğunu, ancak kendileri yüzünden bu hale geldiğini söyledi.

İşte babanı ibret dolu mektubu:

OLCAY DARBELERLE YETİŞMİŞ BİR İNSANDI

Kızımı bu korkunç olaya sevk eden neydi bilmiyorum. Ama bazen kaza geliyorum diyor. Daha 4 yaşındayken Başak ciddi uyku bozukluğu çekiyordu. Eski eşim 3 yıl psikiyatri asistanlığı yapmıştı. Çok da başarılıydı. Onun koyduğu hızlı ve doğru tanıları bugün bile hatırlıyorum. (...) Çok iyi bir bilim kadını olmasının yanında cok iyi bir klinisyendi. Bir tek kusuru vardı. Çok katı kuralları vardı. Bu kuralları kendine karşı da uyguluyordu. Bu manada dürüsttü. (...) Olcay’ın babası üniversite bitirmiş bir kişi olmasına rağmen ciddi alkol problemi olan ve Olcay'a hayatı boyunca problem çıkaran bir insan olarak yaşadı ve geçen yıl vefat etti. Çok iyi bir insan olan eski kayınvalidem haklı nedenlerden ötürü eşini 10 yıl kadar önce boşamıstı. Kızkardeşi ile yıllardır görüşmüyor. Yani Olcay darbelerle yetişmiş bir insandı. Gene de meslek hayatında başarısını kimse engelleyemedi. (...) 

"SEN KIZIMI DAMGALAMAK İSTİYORSUN"

Başak’ın uyku problemi için psikiyatrik yardım gerektiğini söylediğim zaman bana muthiş bir öfkeyle ’Sen kızımı damgalamak istiyorsun’ demisti. Ne yazık ki bu konuda diger psikiyatrist arkadaşlarim da kısmen ilgisizlikten, kısmen Olcay’ın korkusundan yardımcı olmadı. Olcay’ın kara öfkesini durdurmak mümkün değildi. Ben de bu engeli aşamadım ve kızımı o yaşta psikiyatrik tedavi altına almayı beceremedim.

ÇOK MEŞGUL ANNE BABAYDIK

Sonra çok meşgul bir anne ve baba ile birlikte Başak büyümeye başladı.
Başak zamanının büyük kısmını öğretmen emeklisi olan annemin ve babamın yanında geçirdi. Babaanneler ve dedeler torunlarını çok severler ama bariyer koyamazlar. Belki bunun da dezavantajlarını yaşadık.

BEN EŞİMİ ALDATTIM VE AYRILDIK

Sonra Başak lise çağlarında bizleri birbirimize karşı kullanmayı çok güzel öğrendi. Olcay’la aramız giderek açıldı. Ben Olcay’a ihanet ettim ve çok sancılı bir boşanma süreci yaşadık. (...) Maddi olarak hemen her şeyimi kaybetmiştim.”

Bu dönemde Başak her zaman olduğu gibi benim ailemin yanında yaşamaktaydı. Ben de babamların yanına taşınmıştım. Bir süre sonra kendi düzenimi kurdum.

BİRBİRİMİZE OLAN ÖFKEMİZ YÜZÜNDEN KIZIMIZI UNUTTUK

Olcay’ın bana, benim ona öfkem uzun süre geçmedi. Bu nedenle tek ortak paydamız olan Başak’la yeterince ilgilenemedik. Başak şu andaki eşimle gayet iyi geçiniyordu. (...) Birden dün gözyaşı döken muhterem öğretim üyelerinden bazıları devreye girerek ve Olcay'ı etkileyerek bu ilişkiyi bozdu. Kızımdan tekrar uzaklaşmak zorunda kaldım.

BABAN YENİ EŞİNDEN ÇOCUK YAPACAK, SEN ORTADA KALACAKSIN

Başak’ı en zayıf yerinden vurdular. ’Baban yeni eşinden çocuk sahibi olacak ve sen ortada kalacaksin’ dediler. Bu bir yalandı. Çünkü biz evlenirken çocuk yapmama konusunda anlaşmıştık ve çocuğumuz yok.

ANNESİ GİBİ KARA BİR ÖFKESİ VARDI

Bu arada Olcay’ın da yardımıyla gittiği psikiyatristlerin hiç birine uzun devam etmedi. Verilen ilaçları kullanmadı. Ama bu dönemde şiddette eğilim gösteren bir davranışı olmadı. Sadece annesi gibi kara bir öfkesi vardı ve kızdığı zaman ses tonunu ayarlaması mümkün olmuyordu.

NEDEN ANLAYAMAYACAĞIM?

Olayın en tuhaf kısmı, Olcay, Basak tarafından öldürülmekten gerçekten korkuyormuş (Basına yansıyan haberlere göre). Buna rağmen Başak’ı devamlı yanına çağırıyordu. Bir geceden çok dayanamayan Başak babaannesinin evine geri kaçıyordu. Madem Olcay’ın böyle bir korkusu vardı Başak’ı neden Beysukent’teki evine çağırıyordu ve Başak her gidişinde tartıştığı annesinin yanına neden tekrar tekrar gidiyordu? Bunu hiç bir zaman anlayamayacağım. (...)

ÖMRÜM OLDUKÇA KIZIMLA İLGİLENECEĞİM

Ben bir baba olarak kızımla ömrüm yettigi kadar ilgileneceğim. Olcay’ı geri getiremem. O, zaten eserleri, yetiştirdiği öğrenciler ve devlete yaptığı hizmetlerle herzaman hatırlanacaktır. 

Cumhuriyet
İlhan Selçuk

'Atatürk Suçlu!..'
Sağa sola bakıyorum, gazete, kitap, dergi okuyorum; Atatürk'e saldırı,
taşlama, yergi, eleştiriden geçilmiyor; anlıyorum ki Atatürk büyük suç
işlemiş...

Niçin?

*

Çünkü dünya görüşünde, evrene bakış felsefesinde, ideolojik içeriğinde
'Aydınlanma' yı yeğlemiş Atatürk, 'Akıl inançtan, bilim dinden
bağımsızdır' demiş. A benim canım Mustafa Kemal'im, uygarlığın ışığına
neden yüzünü dönersin? İran'a bak, Suudi Arabistan'a bak!..
Bırakaydın, bağnazlığın dipsiz kuyusunun bostan dolabında dönenseydik.
En büyük suçunu 'Gerçek yol gösterici bilimdir' diyerek işledin.

Atatürk suçlu...

'Vatanın bağrına düşman dayamışsa hançerini' Gazi Paşa görmezlikten
geleydi; 'İngiliz muhibbi' olaydı, 'Amerikan mandacılığı' na
sarılaydı; 'Ya istiklal ya ölüm' deyip ortalığa atılarak pişmiş aşa
neden soğuk su kattı?

Atatürk suçlu...

Osmanlı, Sevr Antlaşması'nı kuzu kuzu imzalamışken bizlere Konya Ovası
yetmez miydi? Denizi zaten sevmeyiz, dağların gerisine çekilip
bozkırda otururduk. Eloğlu vatanın minarelerine çan takar, bizim cami
yaptırma dernekleri de Haymana bölgesinde çalışmalarını
yoğunlaştırırdı. Nemize gerek İstiklal Savaşı? Nemize gerek İzmir,
Aydın, Edirne, Çanakkale, İstanbul? Nemize gerek Lozan, a Mustafa
Kemal Paşa?

Atatürk suçlu...

Sevgili Mustafa Kemal, kadın hakları senin neyine? Bak, şimdilerde
genç kızımız başına türban dolarken sana da verip veriştiriyor.
Yurttaşlık Yasası çıkardın, erkek karısını iki sözcükle boşayamıyor;
ama kadın kara çarşafa girip sana beddua ediyor. Hukuk devrimini neden
yaptın Kemal'im?

Atatürk suçlu...

Çünkü cumhuriyeti ilan etti. Haydi padişah efendimize kıydı, hilafete
neden dokundu? Laik devletten daha büyük günah olur mu şu dar-ı
dünyada Gazi Kemal'im?. .

Atatürk suçlu...

Osmanlı'nın cengâverliğinden bizi soyutladı; 1923'ten bu güne 'Yurtta
barış, dünyada barış' diye yaşamak erkekliğimizi öldürmedi mi? Biz
korkak mıyız a Gazi Paşa? Savaşçılıktan nasıl vazgeçeriz? Senin en
büyük suçun barışçılık değil mi?

Atatürk suçlu...

Çünkü 1923'te kurulan cumhuriyete 1925'te başkaldıran Şeyh Sait 'e el
sürmeyecekti; hilafetçi Said-i Nursi 'yi başkente buyur edip devletin
başına oturtacaktı. On bir yıl süren savaşlardan sonra temelini attığı
devleti, İngiliz işbirlikçisi şeyhlere, aşiret reislerine, seyyitlere
lokma lokma sunarak, parça parça edecekti. A benim Mustafa Kemal
Paşam, ayaklanmalara karşı neden beyaz teslim bayrağını çekmedin de
üstlerine yürüdün?

Atatürk suçlu...

Öyle bir cumhuriyet kurmuş ki, bir türlü yıkılmıyor. 21'inci yüzyıla
yaklaşıyoruz, devleti Amerika'ya teslim edemedik, parçalayamadık; bu
yüzden Gazi'ye çok kızıyoruz, cumhuriyetin harcını sa ğlam karmış diye
öfkeleniyoruz.

Atatürk suçlu...

Yetmiş yıl önce bağımsız bir cumhuriyet kurmuş, bize bırakmış; yarım
yüzyıldan beri laik cumhuriyeti çağdaş demokrasiye yakışır bir düzeye
getiremedik; bu yüzden öfkelendikçe yarım yüzyıl öncesine dönerek
Atatürk'e veriştiriyoruz.

Atatürk suçlu...

Çünkü canım Mustafa Kemal, bizim adam olacağımızı sandı, biz cüdam
olduk; başımızı dik tutacağımıza, Ortadoğu'da 'süper yabancı devlet'
in taşeronluğuna soyunduk; içimizdeki aşağılık duygusunu Atatürk'ü
eleştirerek gidermeye çabalıyoruz.

Cumhuriyet
İlhan Selçuk





 Komutanım Ben Şehit Miyim?

E.Tümgeneral Alaettin Parmaksız

1nci baskı Temmuz 2007

 

 

 

 

Yazar hakkında bilgi:

 

       1990-1992 yıllarında Hakkari’de Dağ ve Komando Tabur Komutanlığı,

       1999 yılından başlayarak iki yıl Hakkari’de Dağ ve Komando Tugay Komutanlığı yapmış,

       2004 yılında Tümgeneral rütbesindeyken istifa ederek emekli olmuştur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

       Kitabın başından bir bölüm....

 

       Hakkari milletvekili Esat Canan’ın Amerikan Büyükelçiliği’nde Güneydoğu’nun da şehitleri var dediğinin iddia edildiği gün...

 

 

 

 

       Onbaşı Ergün Ünlü 29 Eylül 1990 yılında Hakkari kuzeyinde Ördekli Jandarma Karakoluna yapılan bir saldırıda kahramanca çarpışırken kalbinden vurulup şehit olmuştu. Kendisi benim emir komutayı aldıktan sonraki ilk şehidimdi. Kars’ın Arpaçay ilçesi Aralık nahiyesindendi. Aralık Jandarma Karakoluna telefon ederek bana ailesinden birini karakola çağırmalarını istedim, nacak bu kişi anne veya babası olmasın dedim. Çünkü bu acı haberi doğrudan onlara verecek gücü kendimde bulamıyordum.

 

       Gecenin saat 0:00’a doğru karakoldan beni aradılar ve şehidin amcasını çağırdıklarını söylediler. Telefonu aldım ancak ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Daha doğrusu acı haberi söyleme cesaretini kendimde bulamıyordum. Onbaşı Ünlü’nün ne kadar kahramanca çarpıştığını anlatmaya çalışıyordum. Şehidin amcası “Komutanım üzülme başınız sağ olsun, biz onu bu günler için yetiştirdik” diye beni teselli etmeye başladığında yanaklarıma gözlerimden süzülen yaşları küçük çocukların yaptığı gibi koluma silmiştim. Allahım ben kimlerin çocuklarına komuta ediyorum, onların haklarını nasıl öderim diye düşünürken şehidimin amcası hala birşeyler söylüyor ve beni teselli ediyordu.

       17 yıl sonra şehit onbaşı Ünlü yine karşımdaydı. Ancak kalbinden kan sızıyordu. “Komutanım ben şehit miyim” diye soruyordu.

       Doktor nerede diye bağırmak istedim sesim çıkmıyordu. Yaralısın, vurulmuşsun, hemen tedavi olman gerekir diye çırpınıyordum ama ne hareket edebiliyordum ne de sesim çıkıyordu. Kalbinden şehidin al kanı pınar gibi üniformasının üzerinden botlarına doğru sızıyordu, ama o dimdik ayaktaydı. “Komutanım ben şehit miyim?” diyordu.

       Toprakları toprak yapan üstündeki kandır
       Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.

       Ben bu toprakların vatan kalması için öldüm. Eline silah alıp dağa çıkan, çoluk çocuk demeden herkesi öldüren teröristler şehitse ben neyim diyordu.

       Ülkemi sevdim, milletimi sevdim, bayrağımı sevdim, onun için can dediniz, canımı verdim, kan dediniz kanımı verdim. Şehitler ölmez dediniz biz şimdi ölüyoruz vatan bölünmez dediniz şimdi vatan bölünüyor. Komutanım ben niye öldüm? Şehit kim? Gazi kim? Ben şehit miyim? diye soruyordu.

       Şehidim kanı akmaya devam ediyordu. Allah’ım şimdi kanı tükenecek ve ölecek onu kurtarmalıyım diye düşünmeme rağmen ne hareket edebiliyor ne de ses çıkarabiliyordum.

       O devam ediyordu.Cumhuriyetin başkentinde birileri barışını arıyormuş, tıpkı 1991’deki parti kongresinde hani Türk Bayrağının indirildiği terörist başının fotoğraflarının asıldığı ve kimsenin ses çıkarmadığı bir kongre yapılmıştı ya, şimdi ne barışı anlayamıyorum. Barış çok güzel kelime de, savaş kiminle yoksa savaşın tarafı PKK mı? Anlayamıyorum sen komutansın anlat bana, anlat diyordu.

       Sonra yayınladıkları bildirideki “Kürt sorunu şiddet ve terörizm sorunu olarak adlandırılmaktan vazgeçilmelidir” diyen birinci maddeyi şöyle mi anlıyorsunuz? PKK sorunu şiddet ve terörizm sorunu olarak adlandırılmaktan vazgeçilmelidir. Kürt sorunu ile PKK sorunu bir ve beraber mi tutulmalıdır?

       Eğer öyle ise; köyleri basan, yolları kesen, ocakları dağıtan, köprüleri havaya uçuran, askerlere pusu kuran, okulların kapanmasına neden olan, tayin olan öğretmenleri öldüren, ormanları yakan teröristleri, şiddet ve terörizm sorunu olarak adlandırmayacaksınız da, “Komutanım Ben Niye Öldüm?” söyle bana, “Ben Şehit Miyim?” diyordu.

       “Bizlere vatanım, bayrağım, onurum” diye ezberlettiniz. “Canımızı istediniz, canımızı verdik, kanımızı istediniz kanımızı verdik ama Ankara’da hiç komutanlarımızın sesi çıkmıyor komutanım. Ne olur, söyleyin ben şehit miyim? Şehit kim? Gazi kim? Ben şehit miyim? Diye soruyordu....

       Onun kalbinden süzülen al kanı bütün vücudunu kaplıyor ben cevap veremedikçe yüzü bir mahzunlaşıyor fısıldarcasına devam ediyordu konuşmasına, herkesi anlayabilirim, ama beni vatan diye onur diye savaştıran sizleri anlayamıyorum. Omuzlarınızdaki yıldızlarınız gökyüzündekinden daha parlak olsun, alev alev ışık saçsın diye bekiyorum ama inan ki suskunluğunuzu anlayamıyorum. Bebek katilleri şehitse ben kimim, ne olur söyle bana şehit kim? Gazi kim?

       Bin yıllık çınarların dalları gibi
       Soylu arıların balları gibi
       Sancağın solmayan alları gibi
       Kanları ile karılarak gittiler
       Bayraklara sarılarak gittiler

       Yerde güneş gökte dolunaydılar
       Dünyamızdan yıldız yıldız kaydılar
       Yurt için ölmeyi şeref saydılar
       Kartal kartal süzülerek gittiler
       Hudutlara çizilerek gittiler

      

       Evet, komutanım bizler yurt için ölmeyi şeref saydık ve bayraklara sarılarak gittik, ama ülkemde olanları anlayamıyorum. Bizim köydeki okulda bunları anlatmadılar. Siz çok okudunuz, komutansınız ne olur anlatın bana. Bir komutanımız nasıl öyle adamlarla yemek yer, terör örgütünü koruyan bir devletin oyalamalarına nasıl alet olur? Ben onbaşıyım anlayamıyorum siz subaysınız neden ülkemin her köşesinde onların sesi çıkıyor ne olur anlatın bana.

       Başbakanımız Diyarbakır’da geçmişte devletin hata yaptığını belirterek özür diledi. Biz bu vatan için canımızı vermekle ne hata yaptık? Anlat ne olur sen komutanımsın anlat bana, ben anlayamıyorum diyordu.

       Türk olmak suç muydu komutanım? Neden Türkiyelilik saçmalığına millet ses çıkarmadı anlayamıyorum! Ülkemi, milletimi sevmek, bayrağımı sevmek ulusumun dünya uluslar ailesi içinde en yükseklerde olmasını düşlemek ve onun için çalışmak neden vatan hainliği oluyor anlayamıyorum! Milliyetçiler neden vatan haini ne olur anat bana, sen komutansın bilmem lazım, ben milliyeçiyim bu millet için öldüm şimdi ben şehit miyim? Vatan haini mi? Ne olur anlat bana diyordu.

       Anlat bana, anlat ben şehit miyim? Şehit kim? Gazi kim? Ne olur anlat bana anlat da rahat yatayım diyordu.

       Eşimin yoğun şekilde sarsması ile uyandım ne oluyor kabus mu görüyorsun seni uyandırmak için uğraşıyorum cayip sesler çıkarıyorsun diyerek beni sarsıyordu. Kendime gelmek için bir süre bekledim vücudum taş kesilmişti. Eşimin bütün ısrarlarına rağmen hiçbir şey anlatmadım. Yüzümü yastığa gömdüm tıpkı 17 sene önce olduğu gibi sessizce ağladım.

 

 

 

 

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - -

 

       İşte böyle yazmış kitabın başında,  görmüş olduğu rüyayı Emekli Tümgeneral Alaettin Parmaksız... Geri kalanında ise Güneydoğu Anadolu’da yaşanan gerçekler masaya yatırılıyor. Belki bazıları yine kahramanlıklar, şunlar bunlar diyebilir.... Hiç de öyle değil...

       PKK’nın dünü, bugünü ve ileride yapmayı planladıkları, devletin yaptığı, yapamadığı, yapmadığı bu masada... Kuzey Irak dahil halen yaşananlar ve yaşanacaklar geniş bir açıdan anlatılıyor. Devletin, askerin alması gereken tedbirler nedir? Bir bir anlatılıyor. Süleymaniye’de başımıza geçirilen çuvaldan tutunda, “terör karşısında elinin kolunun bağlı olduğundan” şikayet eden eski Genelkurmay Başkanının değerlendirilmesine kadar... Kitabın sonunda da Şehit Onbaşı Ergün Ünlü’ye cevap veriyor...

       Şu anda nasıl bir ortamdayız? Yanlı, satılmış yazılı ve görsel basın sayesinde halkımız ne durumda? Gerçekler bize ne kadar ulaşabiliyor? Birkaç televizyon kanalı ve bir iki gazete  hariç nerede gerçek haber, nerede aydınlatıcı bilgi? “O” televizyon kanallarını kaçımız izliyor ve “O” bir iki gazeteyi kaçımız alıp okuyor? Yoksa cebine girecek paradan başka birşeyi düşünmeyen, yalaka, satılmış holding patronlarının gazeteleri ile televizyon kanallarından başka gözümüz birşey görmüyor mu? Halkımızın büyük çoğunluğunun bu durumda olduğu bir gerçek!!!

       Galiba kitapta yazıldığı gibi “öğretilmiş çaresizlik psikolojisi” içinde kuyruğumuzu kıstırmış oturuyoruz!!!      

       Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesini yitirmiş durumdayız!!!

       Ne olacak? Bekleyip göreceğiz... Ama bu arada burada bahsettiğim kitap gibi, olayları enine boyuna tahlil eden kaynaklardan faydalanmalıyız, kendimizi geliştirmeliyiz.

       Üzerimize doğru yapılan yanlış ve yanlı haber, çaresizlik psikolojisi bombardımanından kendimizi kurtarmak için çırpınmalıyız.

       Bilmediklerimizi veya eksik bildiklerimizi öğrenmeliyiz.

       Öğrendiklerimizi çevremizdekilere anlatmalıyız.

       Okuduğumuz kitapları onlara tavsiye edip onların da okumalarını sağlamalıyız.

Yahu bu adam da hep bunları yazıyor, emir veriyor gibi konuşuyor diyebilirsiniz.

       Ama şu anda buna ihtiyacımızın olmadığını kim söyleyebilir?

       Biz biraz okumuşlar, aynı Kurtuluş Savaşındaki “ATALARIMIZIN” idealistliği ile, en azından yarısı ile gayret göstermemiz gerekmez mi?

       Onlara karşı duyduğumuz vefa duyguları ile, çocuklarımızın geleceği için...

 

 

 

 

       Tavsiye ederim bu kitabı okuyunuz ve okutunuz...


 YILMAZ ÖZDİL

 

 

 

   43 (kırküç) yıldır sorulmayan soru
> >
> >  "AB için referandum yapılsın."
> >  Madem millet için AB'ye girmek istiyorsunuz. .. Yetti
> >  artık, emrivaki...
> >  Millete sorun.
> >  İstiyor mu, istemiyor mu?
> >
> >  Çünkü benim bildiğim, AB'nin bir numaralı kriteri,
> >  millet ne istiyorsa, onu yapmak...
> >  Aksini değil.
> >  Bu nedenle onlar kendi milletlerine sordu... İsteyen
> >  girdi, istemeyen girmedi.
> >  Mesela, Norveç...
> >  Seçilmiş bir hükümet vardı iktidarda.
> >  Yani milletten "yetki" almıştı.
> >  Ama buna rağmen, referandum yaptı.
> >  "Hayır" dedi millet... Girmediler.
> >  Bir zarar gördüklerini de, görmedim.
> >
> >
> >  Peki ya biz?
> >  İlk başvuru, 1959'da.
> >  Menderes... Rahmetli...
> >  Kimseye başvurdu mu, "başvuralım mı, başvurmayalım
> >  mı" diye?
> >  Başvurmadı.
> >  Başvurmadan başvurdu...
> >  Sonra?
> >  Hatırlayın...
> >  Demirel, Ecevit, Özal, Yılmaz, Çiller...
> >  Hepsi birer defa girdi AB'ye...
> >  Hepsi, ayrı ayrı kutlama yaptı AB'ye girdiğimiz için.
> >  E baktı ki millet, bir yere girdiğimiz falan yok...
> >  "N'oluyor" demeye kalmadı...
> >  Tayyip Erdoğan iki defa daha girdi.
> >  Patlattığımız havai fişeğin haddi hesabı yok, AB'ye
> >  girdiğimiz için.
> >  En fazla defa biz girdik!
> >  Ama hâlâ dışardayız.
> >  Hatta, dışarda bi tek biz varız.
> >  Bu arada bize giren girene...
> >
> >  Ve işte bugünkü soru...
> >  Siyasilere değil, size.
> >  Herkes kendine soracak.
> >  Herkes kendine verecek cevabı...
> >
> >  1963 Ankara Anlaşması'nı milat kabul edersek... Dile
> >  kolay, 43 yıldır...
> >  Ekonomiden hukuka, tarladan gökyüzüne, aklınıza
> >  gelen gelmeyen her konuda
> >  "AB'ye uyum için" yasa çıkardık.
> >  Hayatınızda olumlu yönde ne değişti?
> >  Size ne faydası oldu?
> >
> >
> >  Çünkü şöyle bir manzara var.
> >  Çıkarılan AB'ye uyum yasaları...
> >  Bölücüye yaradı.
> >  Apo'ya yaradı.
> >  Fehriye'ye yaradı.
> >  Köktendinciye yaradı.
> >  Takıyyeciye yaradı.
> >  Diasporaya yaradı.
> >  Rum'a yaradı.
> >  Cari açığa yaradı.
> >  Kapkaççıya yaradı.
> >  Katile, ite, uğursuza yaradı.
> >
> >  Peki...
> >  Aynı AB'ye uyum yasalarının...
> >  Vergisini ödeyen, karıncayı incitmeden hayatını
> >  sürdürmeye çalışan, yargıya güvenen, devletini seven, bayrağına saygı
> >  gösteren, namuslu, yurtsever vatandaşa nasıl bir faydası oldu?
> >
> >  Açalım biraz...
> >  Bu nasıl ortak?
> >  Sınıflar sardalya kasası gibi...
> >  60'şar 70'şer kişi sığışıyor çocuklarımız.
> >  Öğretmenlerimiz, ameleden az kazanıyor.
> >  Bu şartlarda AB'ye girmemiz mümkün mü?
> >  Değil.
> >  Peki siz hiç, bugüne kadar Avrupa Birliği'nin bir defa
> >  olsun, "bu sorunu çöz, çözmezsen olmaz" dediğini duydunuz mu?
> >  Ben duymadım.
> >  Ama eğitimle ilgili ne duyuyoruz hep?
> >  "Ruhban Okulu'nu aç."
> >
> >  Sabahın 4'ünde giriyoruz hastane kuyruğuna... Kalp
> >  ameliyatına bile 6 ay sonraya gün veriliyor...
> >  Temel insan hakkımız yok yani!
> >  "Al şu fonları, hastane aç" diyor mu?
> >  Demiyor... Ne diyor?
> >  "Limanları aç."
> >
> >  Bayramda 104 kişi daha öldü. Her yıl küçük bir
> >  Avrupa kenti kadar
> >  insanımız yollarda heba oluyor.
> >  "Yollarını düzelt" demesi gerekmez mi?
> >  Gerekir... Ama o ne diyor?
> >  "Ermenistan' a yol aç."
> >
> >  Resmi olarak 2.5 milyon, gayriresmi olarak 10 milyon
> >  işsiz var Türkiye'de.
> >  Fas'ın Tunus'un Cezayir'in işsizini alıyor.
> >  Bize duvar.
> >  Bi tek kimi alıyor bizden?
> >  PKK'lıyı.
> >  İşçi suçlu. Terörist mağdur.
> >
> >  Bölücü posteri taşıyana "dokunma" diyor.
> >  Atatürk posteri asana "indir onu" diyor.
> >
> >  AB üyesi İngiltere, kendi genelkurmay başkanına göre
> >  bile, "elalemin ülkesinde işgalci."
> >  Çıt çıkmıyor.
> >  Bizim asker, "kendi toprakları üzerinde" uçak
> >  uçuruyor... Şiddetli itiraz.
> >  Kınama.
> >
> >  El ele verip, Çanakkale'den Antep'e, İzmir'den Urfa'ya,
> >  katlettikleri Türk'ün haddi hesabı yok.
> >  "Soykırımcısın" diyor.
> >  "Değilim" demek yasak üstelik.
> >
> >  Kendi ülkesinin şartlarına göre kanun çıkarmakla
> >  yükümlü olan Meclis, "tercüme bürosu"na döndü... Trafik suçu bile
> >  işlenmeyen ülkelerin kanunları bire bir Türkçe'ye çevriliyor.
> >  Sonra ne oluyor?
> >  İt, uğursuz kol geziyor.
> >  Namuslu vatandaş korku içinde.
> >
> >  Farz edelim, Akmerkez'e gittiniz.
> >  Üstünüz aranıyor mu?
> >  Aranıyor... Çocukların bile aranıyor.
> >  Ama polis, şüphelendiği bir kişinin üstünü
> >  arayabiliyor mu?
> >  Arayamıyor.
> >  Neden?
> >  Çünkü artık, hakim kararı gerekiyor.
> >  Akmerkez'deki güvenlik görevlisinin hakim kararına
> >  ihtiyacı yok...
> >  Devletin polisinin hakim kararına ihtiyacı var.
> >  Buna "AB'ye uyum" deniyor.
> >
> >  Tatile gideceksiniz. ..
> >  Mesela, Belçika'ya.
> >  Vize vermek için, tapu istiyor, banka cüzdanı istiyor,
> >  gidiş-dönüş uçak bileti istiyor, kalacağın otelin rezervasyonunu
> >  istiyor, şimdi yeni moda çıktı, kulaklarını gösteren fotoğraf istiyor.
> >  Ama Fehriye orada.
> >
> >  Hâlâ bir terslik yok mu burada?
> >
> >  Cumhuriyet 83 yaşında...
> >  AB kaç yaşında?
> >  "AB için referandum yapalım" dedik...
> >  Ali Kemaller çok kızdı.
> >  Devam o zaman...
> >
> >  Temel sorun şu aslında...
> >  Yıllardır diyorsun ki, "AB, AB..."
> >  E görüyorsun ki, iş boka sarıyor.
> >  Şimdi çıkıp, nasıl diyeceksin..
> >  "Bu iş yanlışmış."
> >  Nasıl diyeceksin?
> >
> >  İnsanın, yanıldığını kendisine bile itiraf etmesi
> >  zordur.
> >  Ama yanıldıkları nokta, AB değil.
> >  "Türkiye'yi adam edecek" bütün güzelliklerin, ancak
> >  ve sadece, "dışardan gelebileceğini" sanıyorlar.
> >  "Bizi kurtarsa kurtarsa, yabancılar kurtarır"
> >  zannediyorlar.
> >
> >  Yanıldıkları nokta bu.
> >
> >  Zihniyetlerinin dedeleri de, İngiliz Muhipleri
> >  Cemiyeti'ydi. .. Amerikan mandacılarıydı.
> >
> >  Hatta, başka versiyonlarını da yaşadık, yakın
> >  geçmişte...
> >  Hatırlayın...
> >  Sovyet'e sarılmıştı çoğu.
> >  Kendi devrimine dudak büküp, elalemin devrimini
> >  alkışlıyorlardı.
> >  Gorbaçov çıktı, pardon dedi...
> >  Harç bitti, yapı paydos, herkes yoluna...
> >  Ayazda kalakaldılar!
> >  Savruldular.
> >  Kimi "eşitlik meşitlik" falan derken, en vahşi
> >  patrondan daha kapitalist oldu...
> >  Kimi daha düne kadar Allah'a bile inanmazken, takke
> >  taktı kafasına.
> >
> >  Nereyi tuttularsa, kurudu!
> >  "Yabancıların" becerebileceğine inandılar...
> >  Mustafa Kemal'in "kalıcı" olabileceğine inanamadılar
> >  bir türlü.
> >  Bakar kör çünkü bunlar. Görmüyorlar.
> >  Ama dünya görüyor...
> >  Geçen yüzyıldan bu yüzyıla "ayakta geçmeyi başaran
> >  tek ideoloji" O ufak tefek, sarışın adamın devrimi oldu.
> >  İlelebet payidar.
> >
> >  Ben de şunu görüyorum naçizane...
> >  Ve gurur duyuyorum...
> >  Bunlar nereye sarıldıysa, kurudu.
> >  Ama özellikle lise ve üniversite gençliğimizin
> >  yüreğinde yeşeriyor
> >  Kemalizm hergün... Her genç, yeni bir fidan... Kökleri
> >  Asya'da, dalları
> >  Avrupa'da, yaprakları ABD'de Avustralya'da.
> >
> >  Bu gençlerden cesaret alarak, soruyorum...
> >  Cumhuriyet 83 yaşında.
> >  AB kaç yaşında?
> >  Milletlerin ömrüne bakacaksak eğer...
> >  Bizim devletimiz varken, bunlar mağarada yaşıyordu,
> >  mağarada.
> >  Sen kime akıl öğretiyorsun?
> >  Hıya....!
> >
> >  Asabım bozulduğu için ağzımı bozdum, kusura bakmayın.
> >
> >

 

 

 

 

 

PROF. ÜSTÜN DÖKMENiN ÇOK GÜZEL BiR YORUMU :
"...Çocuğumuz düşüp kafas
ını masaya çarpınca biz hemen masayı döveriz, "he masa ehhhh sen niye orada duruyorsun" diye. Çocuk masa orada durmasa kafasını çarpmayacağını sanır ve büyüdükçe yaptığı her hatayı yükleyecek birini veya bir şeyi mutlaka bulur."

Malum...

Mesela, bizim Balkan harbinden kalma, dandik vagonlara 160 Kilometre hız yaptırdılar. İlk virajda sizlere ömür... Kimin üstüne kaldı?
Makinistin.. .

Mersin'de bayrağımız yakıldı, yırtıldı. Askere taş attılar, panzere molotof... Memleket ayağa kalktı. Kimin yüzündenmiş?..
İki veled...

Gelene geçene ayran, tost falan satan, kendi halinde sakin bir kasabaydı, Susurluk... İçişleri Bakanlığı, MİT, Jitem, generaller, özel tim polisleri, kumarhaneciler, bakanlar, milletvekilleri, işadamları... 1000 kişi falan yargılandı. Her şey kimin başının altından çıkmış?
Yeşil'in...

Deprem oldu... 7 vilayette 50 bin kişi öldü. Binlerce bina yıkıldı, on binleri ağır hasarlı. Hepsinin sorumlusu olarak kimi kulağından tutup hapse tıktık?
Veli Göçer'i...

Edirne'de bebeler şakır şakır öldü... Hiç utanmadan biskuvi kolilerine koyup, gömdüler. "Araştırdık, ihmal yok" dediler. Peki neden öldü bu yavrular?

Klima'dan...
Dikkat isterim, klimacı bile değil, klima.

Rakıdan öldük. O gün ile bu gün arasında ne değişti?..
Kapağın rengi...

Sanal "sorumlumuz" bile var... Yollarda her gün 20 insanımız heba oluyor.
Trafik Canavarı'ndan...

Dolar patlarsa?
Enflasyon Canavarı'ndan...

Hatta "sorumlu olmayan sorumlumuz" da var... Milli takım oynayıp yeniliyor. Suçlusu kim?
Takıma alınmayan Hakan...

Domatesleri Ruslara kakalayamıyoruz. ..
Sinekten...

Deli dana geliyor.
inekten...

Millet hormonlu diye tavuk yemiyor.
Erman Toroğlu'ndan...

Evleri su basıyor.
Yağmurdan...

Ormanlar yanıyor.
Sigaradan...

Gemi batıyor.
Dalgadan...

İyi de kardeşim, uçak neden düşüyor?
Rahmetli pilottan...

Peki bu şartlarda hayatta kalmayı nasıl başarıyoruz?
Allah'tan...

------------ --------- --------- ----

Yukardakilere uygun bir fıkra:

Bir gun melekler telas icinde Allah'ın yanına cıkmıs, yerlerinde duramaz bir sekilde:
Melekler - Allahım Allahım, Amerikaa ile ingilizler savasa girdi yardım yapmalıyız
Allah - AA dert etmeyin onlar islerini bilirler bırakın kendi hallerine demis
Aradan bir iki gun gecmis melekler yine telasla gelmis ve
Melekler - Allahım bu seferde Fransa savasa katıldı hemen mudahale etmeliyiz..
Allah - Karısmayınnn onlar islerini bilirler - demis
Aradan bir iki gün gecince yine melekler apar topar solugu Allah!ın katında almıslar ve
melekler - Aman Allahım, bu seferde Turkler savasa katıldı
Allah -
Olamaz hemen bana tüm silahlarımı getirin kusanmalıyız, onlar herseyi bana havale ederler...: ) 
 

 Ömer Hayyam 800 küsur yil önce 
 SANKi GüNüMüZ iCiN YAZMIS:

 ******
 İçin temiz olmadıktan sonra
 Hacı hoca olmuşsun kaç para
 Hırka tespih post seccade güzel
 Ama TANRI KANAR MI BUNLARA
 
 Sen sofusun hep dinden dem vurursun
 Banada sapık dinsiz der durursun
 Peki, ben ne görünüyorsam o'yum
 YA SEN NE GÖRÜNÜYORSAN O'MUSUN
 
 Sen içmiyorsan içenleri kınama bari
 Bırak aldatmacayı iki yüzlülükleri
 ŞARAP İÇMEM DİYE ÖVÜNÜYORSUN AMA
 YEDİĞİN HALTLAR YANINDA ŞARAP NEDİR Kİ..
 
  Ey kara cübbeli senin gündüzün gece
 Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere
  ONLAR YARATANIN SANATI PEŞİNDELER
 SENİNSE AKLIN ABDEST BOZAN ŞEYLERDE...
 
  Ben kadehten çekmem artık elimi;
 Tutmam senin kitabını minberini.
 Sen kuru bir softasın, ben yaş bir sapık
 CEHENNEMDE SEN Mİ DAHA İYİ YANARSIN, BEN Mİ?..
 
 Seni kuru softaların softası seni
 Seni cehenneme kömür olası seni
 Sen mi haktan rahmet dileyeceksin bana ?
 HAKKA AKIL ÖĞRETMEK SENİN HADDİNE Mİ ?
 
 Yaşamın sırlarını bileydin
 Ölümün de sırlarını çözerdin
 Bugün aklın var bir şey bildiğin yok
 YARİN AKİLSİZ NEYİ BİLECEKSİN
 
 Ey kör! bu yer, bu gök, bu yıldızlar, boştur boş!
 Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!
 su durmadan kurulup dağılan evrende
 BİR NEFESTİR ALACAĞIN, O DA BOŞTUR BOŞ!


 Yine Cevdet'den.....


 >
> Bir Laz'i sinifta nasil teshis edebilirsiniz?
> Ogretmen tahtayi silerken, o da defterini siler...
>
> Bir Laz'i cenazede nasil teshis edebilirsiniz?
> Sadece o hediye getirmistir...
>
> Istanbul Trabzon ucaginda nicin film 
gosterilmiyormus?
> Film bitince ucaktakiler arka kapidan cikiyorlarmis.. .
>
> Lazlar nasil kurtaj yaparlar?
> Leylekleri taslayarak...
>
> Laz buzdolabinda nicin bos sise bulundurur?
> Icki icmeyen misafirler icin...
>
> Laz'in Amerika'da oglu olmus, ismini ne koymus?
> Basic. (Temel)
>
> Karadeniz'deki kola siselerinin altinda ne yaziyormus?
> Diger taraftan aciniz.
>
> Laz dus yaptiktan sonra ne yapar?
> Islak elbiselerini cikarir.
>
> Laz yuruyen merdivendeyken elektrikler kesilmis.
> Laz iki saat mahsur kalmis.
>
> Lazlar agac dikiyorlarmis. Baslarindaki gorevli ise Lazlara:
> Yesiller yukari, yesiller yukari!
>
> Laz iscilere neden en fazla on dakika mola verdirirler?
> Daha uzun mola verirlerse ne is yaptiklarini unuturlar.
>
> Laz niye yazi yazarken eldiven takar?
> El yazisi taninmasin diye.
>
> Otuz Laz denizci bogulmus.
> Denizaltilari bozulunca ittirmeye kalkmislar

>APRANAX

> Senin için önemli olanlara sende gönder 
Hepimizin basina gelebilecek
> aci bir olay...
> APRANAX isimli ilaç ile ilgili...
> Vatandasin biri, haftasonu
> arkadasinin evine gidiyor.
> Çok basi agridigindan, arkadasi ona bir >
> Apranax veriyor. Vatandas yutmadan önce ilacı ağzinda çigniyor, bir
> kaç dk. sonra suurunu kaybediyor. 
Çevresindekileri tanimamaya
> basliyor. Apar topar hastaneye kaldiriyorlar 
ve orada anlasiliyor ki;
> sebep beyin kanamasi...
> Nedeni ise, doktorlarin açiklamalarina
> göre; agrikesicilerin özellikle 
Apranax ve türevlerinin çignenmesi ya
> da ağizda bekletilmesi
> apranax,aprol, aprowell, naprosyn, napradol,
> kapnax, apraljin, aleve synax, oprax
 (kisaca etken maddesi naproksen
> sodyum olanlar) çignenince; 
etken madde beyne çok hizli nufuz ediyor
> ve ölümcül Sonuçlara yol açabiliyormus.
Amman dikkat....



Description

 

HANIMLAR!

"OKUYABILIR ve YAZABILIR" OLMAMIZ,
 "OKUR YAZAR" OLDUGUMUZU GOSTERMEZ!

BUNDAN BOYLE ATATURKCU KADINLAR OLARAK:

1. OKUYACAGIZ, ARASTIRACAGIZ, SORGULAYACAGIZ.

2. TURKIYE SIYASETIYLE YAKINDAN ILGILENECEGIZ VE
 AKTIF POLITIKADAKI YERIMIZI ALACAGIZ.

3. DUNYANIN YENI DUZEN ARAYISI VE DENGE 
OYUNLARININ FARKINDA OLACAGIZ VE 
CEVREMIZDEKILERI DE 
BU KONULARLA ILGILI BILGILENDIRECEGIZ.

4. POSETE SOKULAN HEMCINSLERIMIZIN,
GERCEK ISLAMI ANLAMALARI VE BILINCLENEREK TUZAGINA DUSTUKLERI KULTLERDEN OZGURLESMELERI ICIN DESTEK OLURKEN, 
DIGER YANDA KADINLARIMIZIN CINSEL BIR OBJE OLARAK KULLANILMALARINA DA GOZ YUMMAYACAGIZ.

5. DEMOKRASININ VAZGECILMEZ OGELERINDEN OLAN
 SIVIL TOPLUM KURULUSLARININ OLUSMASINDA VE GUCLENMESINDE YER ALACAGIZ.

6. ATATURK'UN ILKELERINE BAGLI, 
CAGDAS VE OZGUR
 BIR TURKIYE'NIN BIRLIK VE BUTUNLUGUNU KORUMAK ICIN 
TUM GUCUMUZLE CALISACAGIZ VE YENI NESILLERE ORNEK OLACAGIZ.

CUNKU ANLASILMIS OLDUGU UZERE
IS YINE BIZE DUSMUSTUR HANIMLAR!

 


DİKKATLE OKUYUNUZ…

ADAM GİBİ ADAM OLMAK HERKESE NASİP OLMUYOR….

 

 

Resit Galip'i tanirmisiniz ?
RESIT GALIP ve ATATURK

can.dundar


Çankaya sırtlarında oturan Ankaralılar,
şehre Reşit Galip Caddesi'nden geçerek
inerler.
Pek azı bu ismin kim olduğunu bilir.
Bu bilinmezlikte belki Dr. Reşit Galip'in
41 yaşında göçüp gitmesi rol oynamıştır,
belki de İnönü'yle yıldızının hiç barışmaması...

Rodos'ta doğan Reşit Galip,
ortaokulu bitirince kardeşiyle
bir sandala binip Marmaris'e gelmiş.

Liseyi İzmir'de okumuşlar.

Kardeşi Hüseyin Ragıp (Baydur)
diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış.

Reşit Galip ise İstanbul Tıp'a gidip
doktor olmuş.

Öğrenciyken gönüllü olarak
I. Dünya Savaşı'na katılmış.
Kafkas Cephesi dönüşü öğrenimini
tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış.

1923 Mart'ında, hekimlik yaptığı
Mersin'e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde
Paşa'nın huzurunda konuşmuş ve
gözlerine doğru bakarak şöyle demiş:

"Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin
bir kahramanı değilsin, sen bunlardan
çok daha büyüksün.
Sen bu milletin bir ferdisin.
Senin birinci büyüklüğün,
bu milletin bir ferdi olmakla iktifa ve
iftihar etmekliğindir.
"

Herkesin yüceltme yarışına girdiği
günlerde Gazi'yi "milletin bir ferdi" sayan
30 yaşındaki bu hatip,
herkesin dikkatini çekmiş.
Tabii en çok da Gazi'nin...

Kemal Paşa ona milletvekilliğ
i önermiş ve
Dr. Reşit Galip, Ocak 1925'te Meclis'e girmiş.

Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış.
CHF İdare Heyeti'nde görev almış.
Türk Ocakları'nda, Halkevleri'nde çalışmış.
Yine Atatürk'ün isteğiyle Serbest Fırka'ya girmiş.
Ve Atatürk'ün sofrasına oturmuş.
Onu bakanlığa taşıyan süreç de
o sofrada başlamış.

Bu sofra sahnesi pek çok tanığın
anılarında vardır:

1931 sonbaharıydı.
O geceki tartışma,
Milli Eğitim Bakanı Esat Mehmet'in
bir yakınmasıyla başladı.
Esat Mehmet, Atatürk'ün Harbiye'den
"tabya öğretmeni"ydi.
Kazım Özalp'in "Atatürk'ten Anılar"
kitabında (T. İş Bankası Y., 1992, s. 48-49)
yazdığına göre konu,
kız öğrencilerin kıyafetinden açıldı.
Esat Mehmet, "kızların kısa etek, kısa çorap
ve kısa kollu gömlek giymelerini
uygun görmediğini" belirtti.
Bir tamim yayınlayıp daha kapalı
giyinmelerini isteyeceğini söyledi.

Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı:
"Yanlış düşünüyorsunuz beyefendi" dedi.
"Bu bir geriliktir.
Kadınlar eski durumda yaşayamazlar.
inkılaplardan en mühimi,
kadınlara verilen haklardır.
Başka türlü, Batılılaşmakta olduğumuzu
iddia edemeyiz."
Sofra gerildi.
Gazi, vekilini zor durumda bırakan
bu çıkıştan hoşlanmadı.
"Bu konuyu uzatmayalım.
Kısa çorap giyip giymemek
çok önemli değildir, sonra tartışırız" dedi.
Ama Reşit Galip alttan almadı.
"Af buyurunuz Paşam!
Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir.
Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim.
Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki,
sizin huzurunuzda bu sofrada inkılapları
zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi
küstahlıktır, hoş görülemez."

Reşit Galip'in tartışma yaratmasının
özel bir nedeni vardı:
Halkevi'nde sanatı yaygınlaştırmak için
tiyatro çalışmaları yapıyor,
ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu
bulamıyorlardı
.
Buna gönüllü kadın öğretmenler için,
Maarif Vekaleti'nden izin alamamışlardı.

Reşit Galip
"Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez"
diye kestirip attı.

Atatürk'ün kaşları çatıldı.
"Sözlerinizde müsamahalı, ölçülü olunuz"
diye çıkıştı.
Herkes yaklaşan fırtınayı hissetmişti.
Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti.
57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı'nı
işaret ederek dedi ki:

"Devrimci devrimcidir.
insanlar bir yaştan sonra
ister istemez tutucu olurlar.
Meclis'te bunca genç, idealist,
bakanlık yapacak yetenekte insan varken,
böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı
yapmak hatadır."

Atatürk yeniden uyarma gereği duydu:
"Esat Bey yeteneklidir.
Davamıza inanmıştır ve benim hocamdır.
Beni okutmuş olması
sence bir değer taşımıyor mu?"

"Kusura bakma Paşam, taşımıyor!
Okuttuklarının içinde sizin gibi bir
devrimci çıkmış ama kim bilir
nice tutucu da çıkmıştır."

"Sizi de eleştiririm!"
Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı:
"Bu sofrada hocama ve bir
Milli Eğitim Bakanı'na hakaret etmenize
müsaade edemem" diye haşladı.

Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı:

"Devrimleri korumak için
sizden müsaade istemiyorum.
Hatayı yapan siz de olsanız,
sizi de eleştiririm.
Mesela Rose Noir'a verdiğiniz
15 bin liralık kredi mektubu da
siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz."

ilk kez Atatürk'ün sofrasında
Atatürk bu kadar sert eleştiriliyordu.

Reşit Galip'in sözünü ettiği Rose Noir,
Beyoğlu'nda, Rus karı-kocanın işlettiği
bir barın adıydı.
Atatürk bir gece oraya gitmiş,
mekanın sahibi Madam Senya'dan
"İş Bankası'ndan kredi alamıyoruz"
yakınmasını dinlemiş ve
orada bir kağıda
iş Bankası Genel Müdürü'ne hitaben
"yardımcı olunması" isteğini yazmış,
Rus çifte vermişti.
Reşit Galip bu iltimas talebini eleştiriyordu.

Atatürk bu kez kızmadı;
"Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin"
diyerek kibarca Reşit Galip'i sofradan kovdu.

Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu.
Yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak
çıkışını o an yaptı:
"Burası sizin değil, milletin sofrasıdır.
Milletin işlerini görüşüyoruz.
Burada oturmak sizin kadar,
benim de hakkımdır."

Atatürk kendi fikirleriyle kendisini vuran
bu genç adama baktı,
sonra yanındakilere dönüp
"Öyleyse biz kalkalım" dedi.
Sofradaki bütün heyet ayaklandı;
Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp
çıktılar.

Bu müthiş sahnenin devamı
daha da ibret vericidir:

Reşit Galip bütün geceyi
Dolmabahçe Sarayı'nda
pencere kenarındaki bir koltukta geçirir.

Atatürk uyandığında
Genel Sekreteri'ne Reşit Galip'i sorar.
"Sabaha kadar bekledi,
mahcubiyetini size iletmemizi istedi.
Ankara'ya gidecek kadar
borç para istedi. 25 lira verdik" derler.
Atatürk
"Ankara'ya gidecek adama
25 lira mı verilir.
Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira
verseydiniz" der.
Sonra "Cebinde beş parası yok ama
karakterinden hiç taviz vermiyor.
Parası yok ama cesareti var" diye ekler.

1932 sonbaharında Atatürk,
Reşit Galip'in Ankara Radyosu'ndaki
bir konuşmasını dinler;
"Devrimleri her yerde,
herkese karşı savunacağız.
Gerekirse babamıza ve
çocuklarımıza karşı bile" demektedir.

Atatürk birkaç gün sonra kendisini
yeniden sofraya davet eder.
Hemen yanındaki sandalyeye buyur eder.
Onun yanına da, hocası Esat Mehmet'i oturtur.
Ve orada yeni Milli Eğitim Bakanı'nın
39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.

Rose Noir olayı mı?
Onu da hatırlatalım:
İş Bankası Genel Müdürü
Muammer Eriş,
Atatürk imzalı kağıdı alınca
doğruca Dolmabahçe Sarayı'na gelmiş,
Ata'nın ricacı olduğu krediyi vermeye
kuralların uygun olmadığını bildirmiş,
talebi reddetmiştir.

************
*******
Reşit Galip'in bakanlığı
sadece 13 ay sürdü.
Bu süre içinde Darülfünun'dan
üniversite reformunu başlattı.
Öğretmenlere genel bütçeden
maaş ödenmesini sağladı.

Eşi Zübeyre Hanım'ın deyimiyle
"deli gibi çalışıyor" ama
Atatürk'e çıkışacak kadar ayarsız
dili yüzünden her gün işe
cebinde istifa mektubuyla gidiyordu.

Aslında Atatürk'le araları iyiydi.
O Gazi'ye "Paşam",
Gazi de ona "Doktor" diye hitap ederdi.

************
*******
Torunu Feyhan Oran'a
"Peki ne oldu da ayrıldı?" diye sordum.
Bir gün sofradan ayrılırken,
Atatürk, "Seni eve ben bırakacağım"
demiş.
Eve bırakınca o da saygıdan,
"Ben de sizi uğurlayacağım Paşam"
karşılığını vermiş.
Ama kendisinin arabası olmadığından
yürüyerek uğurlamış.
O gece zatürree olmuş.

Dinlenmesi tavsiye edilince
1933 Ekim'inde görevden ayrılmış.

1934 yazında Moda'daki
bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya
çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş.
Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan
sonra ölümü bekleyerek,
hastalığını takip etmeye başlamış.
Keçiören'deki bağ evinin kütüphanesine
demir yatağını taşıtıp
yedi ay kitaplar arasında yatmış.

1934'te, 41 yaşında hayata veda etmiş.

"Öldüğünde cebinde 5 lira parası varmış"
dedi hiç görmediği torunu Feyhan:
"Anneannem üç çocuğunu büyütebilmek için
Afet İnan'dan yardım istedi.
Atatürk'ün yardımıyla krediyle bir ev aldılar.
O evin bir odasına sığışıp
diğer daireleri kiraya vererek geçindiler."

************
****
Her sabah okul öğrencilerini
güne başlatan
"Türküm doğruyum çalışkanım" andı
var ya...
Geçenlerde sevgili hocam
Prof. Dr. Baskın Oran'ın eşi Feyhan,
"Biliyor musun o andı kim yazdı?"
diye sordu.
"Kim?" dedim merakla...
"Dedem."
"Deden kim?"
"Reşit Galip..."
İnanılır gibi değil.
Ne o andın 1933'ün 23 Nisan günü
Reşit Galip'in kaleminden çıktığını
biliyordum
Ne de Feyhan'ın
Atatürk döneminin Maarif Vekili
Reşit Galip'in torunu olduğunu...

************
*****

Feyhan ilkokulda her sabah içtiği andın
dedesinin kaleminden çıktığını
ilkokul sonda annesinden öğrenmiş.

************
***
CAN DUNDAR / MILLIYET / 25 KASIM 2007 - PAZAR

 

 

 


 

Konu : Fikra

Zamanın birinde Erzurum'dan bir grup insan hacca gitmek için
Yola çıkmışlar. Van'a gelmişler.
Van'ın bir köyünde konaklamaya karar vermişler.
O köyün de imamı yokmuş. Köylüler aralarında konuşmuşlar ve
Erzurum'dan çıkıp hacca giden bu topluluktan birini imam yapmaya karar
vermişler.
Bu insanlar hacca gidiyorlarsa boş insan değillerdir diye
düşünmüşler.
Nitekim tekliflerini içlerinden birisi kabul etmiş. Her yıl 400 koyun
verilecekmiş imama.

Adam hacca gidip masraf yapacağıma burada kalıp yalandan
İmamlık yapar ve her yıl 400 koyun sahibi olurum diyerek işe başlamış.
Köylü camide toplanmış namaz kılınacak. Sayın imam başlamış
namazı kıldırmaya :
-Erzurum'dan çıktım yola Van'da verdim mola 400 koyun
verdiler bana, Allahuekber...

Bu günlerce aynı biçimde devam etmiş. Köylü bu işe biraz
şaşırmış ve konuşmuşlar aralarında
- Daha önceki imam mı yanlış kıldırıyordu, yeni imam mi yanlış
kıldırıyor? Bunu gidip Müftüye soralım.
Sayın müftü meşhur Of'lu... Müftüye gelen halk her şeyi
anlatmış.
Müftü köylüye dönerek :
- Siz şimdi hiç imama çaktırmadan köyünüze dönün ve namaz
vakti camide toplanın ben de namaza geleceğim, diye emir verir.
Herkes köyüne döner ve namaz vakti cemaat camide toplanır.
Tabi ki Sayın müftüde camidedir. İmam namazı kıldırmaya başlar.
Birinci rekat :
- Erzurum'dan çıktım yola, Van'da verdim mola, 400 koyun
verdiler bana, Allahuekber... der hoca.
Arkadan "öhö.. öhö!.." şeklinde bir ses duyulur. İmam
yakalandım herhalde diye korkmaya başlar.
İkinci rekatta sözlerinde biraz değişiklik yapar :
- Erzurum'dan çıktım yola, Van'da verdim mola, 400 Koyun
verdiler bana, yarısı sana yarısı bana... Allahuekber...
Namaz bitince köylü Müftüye dönerek "İmam efendi namazı doğru
mu kıldırıyor? diye sorar. Müftünün cevabı :
- Haçen birinci rekatta biraz şaşirdi ama ikinci rekatta işi
düzeltti.

 

 

 

 

 

 

DERVİŞ     

 

 

Vaktiyle bir derviş, nefisle mücadele makamının sonuna gelir.
Meşrebin usulünce bundan sonra her türlü süsten, gösterişten arınacak, varlıktan vazgeçecektir.
Fakat iş yamalı bir hırka giymekten ibaret değildir. Her türlü görünür süslerden arınması gereklidir...
 Saç, sakal, bıyık, kas, ne varsa hepsinden. Derviş, usule uygun hareket eder, soluğu berberde alır.
- Vur usturayı berber efendi, der.

 Berber dervişin saçlarını kazımaya başlar. Derviş aynada kendini takipetmektedir.
Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken,
yağız mı yağız, bıçkın mı bıçkın bir kabadayı girer içeri.
Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım, diye kükrer.
Dervişlik bu... Sövene dilsiz, vurana elsiz gerek. Kaideyi bozmaz derviş.
Ses çıkarmaz, usulca kalkar yerinden. Berber mahcup, fakat korkmuştur.Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa başlar.
Fakat küstah kabadayı tıraş esnasında da sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
'Kabak aşağı, kabak yukarı.'
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki,
gemden boşanmış bir at arabası yokuştan aşağı hızla üzerine gelir.
Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş
uzun sivri demir karnına dalıverir. Kabadayı oracığa yığılır, kalır. Ölmüştür. Görenler çığlığı basar.
Berber ise şaşkın, bir manzaraya, bir dervişe bakar, gayri ihtiyarî sorar:
- Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- Vallahi gücenmedim ona. Hakkımı da helal etmiştim.
- Gel gör ki kabağın bir sahibi var. O gücenmiş olmalı!

Hikâye böyle...
Ama hayat da böyle...
Ensemize, kafamıza vurup vurup dalga geçen sahte kabadayıların, kabağın da bir sahibi olduğunu,

bu sahibin de en affetmeyeceği şeyin kibir ve kul hakkı yemek olduğunu unutmaya başlayanlar,
koltuklarına, makamlarına, rantlarına yapışanlar anlayacaklardır ...
ömrünüz güzel olsun....

 

 

 

 

 

 

Darwin'den kısacık ama süper bir yorum..

 

 

 

Bilim ve sanat, bir kuşun iki kanadı gibidir.
Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar
ise tavuk olur...
"Tavuk toplum", önüne atılan bir avuç yemi gagalarken,
arkadan yumurtalarının alındığının farkında bile olmaz!...

 

 Kurnazlık, geri kalmış toplumlara özgüdür

Almanya’nın geniş otobanlarında yol alıyorduk. Baktım ki otomobiller yavaşlıyor ve yolun iki yanına diziliyorlar, orta şerit boş kalıyor.

Ne olduğunu anlamadım ama biz de öyle yaptık. Beklemeye başladık. Yolun ortası bomboş ama hiç kimse oraya direksiyon kırmıyor. Kuyrukta sakin sakin bekliyor.

Biraz sonra durumu öğrendik. İleride bir kaza olmuş, yol tıkanmış. Böyle durumlarda Alman sürücüler fermuar ilkesini uygular ve iki yana çekilerek yolu polisler, ambulanslar ve çekiciler için serbest bırakırmış.

Gerçekten de biraz sonra o bomboş yoldan polis arabaları ve ambulanslar neredeyse iki yüz kilometre süratle geçip gitti. Önlerinde hiçbir engel yoktu.

Çok geçmeden yol açıldı, bütün araçlar hareket ederek gideceği yere vaktinde ulaştı.

Anlattığım; bir toplu zekâ örneğidir.

Alman sürücüler bu toplu zekâya sahip oldukları için sorun daha çabuk çözüldü ve daha çabuk hareket ettiler.

Oysa hepsi tek tek kurnazlık etmeye çalışıp orta şeridi kullansaydı, otobanın tıkanıklığı saatlerce sürerdi ve hepsi zarar görürdü.

Bu örnekte görüldüğü gibi durmadan kurnazlık eden bireylerin oluşturduğu bir toplum iyi işlemez.

Çünkü kurnazlık, toplu çıkara, toplu zekâya aykırıdır.

Bireylerin, dönen toplum çarkları içinde birer dişli olmayı kabul etmeleri gerekir
. Zekâ bunu gerektirir ve çarklar ancak böyle işler.

Bir örnek daha vereyim:

Bin kişilik bir sinema salonunda yangın çıktığını düşünün.

Sinema müdürü anons ediyor, kimsenin paniğe kapılmamasını, ilk sıradan başlayarak salonun boşaltılacağını, böylece herkesin kurtulacağını söylüyor.

Bu plana uyan herkes kurtulur.

Ama seyirciler bir an önce kendi canlarını kurtarmak için kapıya atılırlarsa büyük bir tepişme yaşanır ve üç beş kişi dışında herkes can verir.

Organize toplumlarla, geri kalmış toplumların temel farkı buradadır.

Geri kalmış toplumlar kurnaz bireylere, ileri toplumlar ise kurnazlığı aklına getirmeyen ve kurallara uyan yurttaşlara sahiptir.

Demokrasi de ancak böyle toplumlarda yürür.

Öbür türlüsü; en kurnaz olanın başa geçip kendi menfaatlerini toplum menfaati olarak yutturmasından ibarettir.

Yani bir çeşit diktatörlüktür.

Unutmayın ki her zaman sizden daha kurnaz biri çıkar...

Hayata yıllar ekledik ama...


 
Mallarımız arttı, keyfimiz azaldı.
Daha büyük evlerde, ama daha küçük ailelerle yaşıyoruz.
Konforumuz arttı ama zamanımız daraldı.
Diplomamız bol ama sağduyumuz az.
Uzmanlar arttı ama sorunlar çoğaldı.
İlaçlar çoğaldı, hastalıklar arttı.
Çok para harcıyoruz Ama az gülüyoruz.
Akşam geç yatıyor, sabah yorgun kalkıyoruz.
Az kitap okuyor, çok televizyon seyrediyoruz.
Çok konuşuyor ama az gönül veriyor ve bol yalan söylüyoruz.
Para kazanmayı öğrendik ama yuva kurmayı beceremedik.
Aya kadar gidip dönmeyi biliyoruz ama,

 

 

komşumuza uğramak için karşı sokağa gidemiyoruz.
Uzaya ulaştık ama kendi iç derinliklerimizden habersiziz.
Havayı temizledik ama ruhları kirlettik.
Atomu parçaladık, önyargılarımızı yıkamadık.
Çok yazıyor ama az gelişiyoruz.
Daha çok plan yapıyor ama daha az sonuç alıyoruz.
Acele etmeyi öğrendik ama sabırlı olmayı asla.
Gelirimiz arttı, karakterimiz zayıfladı.
Tanıdıklar çoğaldı ama dostlar eksildi.
Çabalar arttı ama mutluluklar azaldı.
Daha mutlu olmak için somurtarak çalışıyoruz.
Varlığımızı arttırdık ama değerlerimizi yitirdik.
Ve nihayet:
Hayata yıllar ekledik, yıllara hayat katamadık  



 Öğretmen minik öğrencilerinden, Allah'a mektup yazmalarını istemiş. İşte mektuplardan bazıları:

Sevgili Allah'ım,
Turuncunun morla gideceğini hiç sanmazdım. Ama salı akşamı yaptığın gün batımını görünce fikrimi değiştirdim. Müthişti.
***
Sevgili Allah'ım, İnsanları öldürüp yenilerini yaratıyorsun. Bunun yerine elindekileri tutsan daha kolay olmaz mı?
***
Sevgili Allah'ım,
Ayrı odaları olsaydı, sanıyorum Kabil Habil'i öldürmezdi. Annem öyle yaptı.
***
Sevgili Allah'ım,
Pazar günü beni seyredersen, sana yeni ayakkabılarımı göstereceğim.
***
Sevgili Allah'ım,
Dünyadaki herkesi sevmek zor olmalı... Ailemde sadece dört kişi olmasına rağmen, hepsini sevmekte zorlandığım zamanlar oluyor.
***
Sevgili Allah'ım,
Dün öğretmenimiz bize senin neler yaptığını anlattı. Sen tatildeyken o işleri kim yapıyor?
***
Sevgili Allah'ım,
Gerçekten görünmüyor musun, yoksa bize numara mı yapıyorsun?
***
Sevgili Allah'ım,
Babam evde kaba konuşursa, gerçekten cennete gidemez mi?
***
Sevgili Allah'ım,
Zürafayı gerçekten öyle mi yaratmak istedin, yoksa kazara mı oldu?
***
Sevgili Allah'ım,
Ülkelerin çevresindeki sınırları kim çiziyor?
***

Sevgili Allah'ım,
Sen 'başkalarının sana nasıl davranmasını istiyorsan, sen de onlara öyle davran' ded in mi? Dediysen kardeşime artık iyi davranacağım.
***
Sevgili Allah'ım,
Bebek kardeş için teşekkür ederim. Ama sanıyorum bir karışıklık oldu. Ben bebek köpek için dua etmiştim.
***
Sevgili Allah'ım,
Bana bir midilli gönderir misin? Senden daha önce hiçbir şey istememiştim. İstersen bak.
***
Sevgili Allah'ım,
Büyüyünce aynı babam gibi olmak istiyorum. Ama onun gibi her tarafım kıl olmasın.
***
Sevgili Allah'ım,
Sana hizmet edenlerin içinde en çok Nuh ve Davud'u sevdim.
***
Sevgili Allah'ım,
Bir öğretmenimiz elektriği Edison'un yaptığını söylemişti. Başka bir öğretmenimiz de senin yaptığını söyledi. Kesin Edison senden çalmıştır.
***
Sevgili Allah'ım,
Benim için endişelenme. Karşıdan karşıya geçerken hep sağıma soluma bakıyorum.
***
Sevgili Allah'ım,
Bazen seni düşünüyorum. Dua ettiğim zamanların dışında da.


...çOCUKLUĞUMUZDA. ..
Benim çocukluğumda annelerimiz çalışmazdı.
Okuldan eve geldiğimde boynumdaki anahtarla kapıyı hiç açmadım.

Hatta babanım bile anahtarı yoktu. Annem evimizin bir parçası gibiydi,hep evdeydi.

Heryere birlikte giderdik, zaten öyle çok da gidilecek bir yer yoktu
ki.
En büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı.
Sokakta oynamak diye bir kavram vardı yani.
Cafelerde, alış veriş merkezlerinde buluşmazdık.
Okula arkadaşlarımız
la gider, birlikte çıkar, oynaya, zıplaya yürüyerek gelirdik.
Servis falan yoktu. Ayakkabılarımız eskirdi.
Hatta öyle olurdu ki; çantalarımızı kaldırımlara koyar oyuna bile dalardık.
Annelerimiz bu durumu bildiklerinden kardeşlerimizle bizlere ekmek
arası bir şeyler hazırlar gönderirdi.
Mahallemizdeki teyzeler annemiz gibiydi. Susayınca girer evlerine su içerdik.
Ya da pencereden bir sürahi bir bardak uzatır, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik.
Kısacacı evine girip gelen ( ki sadece çişi gelen giderdi evine ) elinde mutlaka yiyecekle dönerdi.
Anneleri o arada çocuğuna verdiği şeyden bizlere de gönderirdi.
Bu bazen bir kurabiye bazen bir meyve olurdu.
Cebimizde harçlığımız olduğunda düşmesin diye çıkarır çantamızın üstüne koyar oyun bitince geri alırdık.
Çok garip ama kimse almazdı. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.
Düşünce kaldırırlar, kavga edince barıştılırdık. Polisler gelmezdi
kavgalarımıza, zabıtlar tutulmazdı.
Sonra kavgalarımız da öyle ustura, falçata ile olmaz, onlar nedir
bilmezdik bile, asla kanla falan da bitmezdi, en fazla saçlarımızdan
çeker, hayvan adları sayar, tekme atar, yine oyuna dalardık.
Birbirimizin suyundan içer, elmasına diş atardık.
Misket oynamaktan parmaklarımız kanar yine de mikrop kapmazdık.
Azar işitip, acillere taşınmazdık. Düşerdik ekmek çiğner basarlardı
alnımıza, oyuna devam ederdik. Röntgenlere, ultrasonlara girmezdik.
Ben bizim çocukluğumuzu çok özledim.
Sokaklarımız ruhsuzlaştı sanki. Komşumu tanımıyorum ama evinin camında,
temizliğe gelen kadını haftada bir görür kolay gelsin der konuşurum.
Onun dışında orada kim oturur hiç bilmem.
Evimizi kendimiz temizlerdik, kapı silmece ; bilmem kaç kuruş
hepimizin elinde bezler güle oynaya bitirirdik işleri.
Evlerimiz var içinde yaşayan yok. Parklarımız var içinde oynayan çocuk yok.
Ama her yıl sökülüp yenilenen kaldırımlar, lüks binalar, ışıl ışıl
vitrinler, girip çıkan yapay insanlar...
Ruh yok, buz gibi buz, bu biz değiliz..
Tahta iskemlelerimiz de oturan yaşlılarımız, onlara dede, nene diye
hatırını soran çocuklarımız yok oldu.
Ben kapılarında ' vale ' lerin, ' bady ' lerin beklediği yerlerden hep
korkmuş çekinmişimdir.
Kapısını çarparak örtüyor diye çocuğuna kızıp, taksidini bitiremediği
arabanın anahtarını, hiç tanımadığı birine vermek ters gelir bana.
Benim değildir bu kültür.
Ne ruhuma, ne kültürüme ne de cüzdanıma hitap eder.
Nedir bunlar?
Reklamlarla desteklenen beyni, ruhu ele geçirilmiş insanlar olduk.
Birbirimize yabancı, yalnızlıklarımızla yaşar olduk.
İyi de neden böyle olduk ?
Biz mi istemiştik?
.
.

Yoksa hak mı ettik??????

Adanalı ile Kayserili

> Biri Adanalı diğeri Kayserili iki çiftçi zenginlikleriyle
övünüyorlarmış.
> Adanalı desteksiz atmış:
> - Bizim orda sabah güneş doğmadan biniyoz arabaya,
akşam oluyo, biz hâlâ
> çiftliğin öteki ucuna yetişemiyoz.. .
> Kayserili de cevaben:
> - Bizim de vardı öyle hurda bir arabamız,
geçenlerde satıp yeni  modelini
> aldık...
Genç adam iyi bir terziymiş. Bir dikiş makinesi ve küçücük bir dükkânı varmış. Sabahlara kadar uğraşıp didinir ama
pek az para kazanırmış.
Çok soğuk bir kış gecesi dükkanı
kapatırken elektrik sobasını açık
unutmuş ve çıkan yangın onun felaketi
olmuş. Artık ne bir işi varmış ne de
parası. Günler boyu iş aramış ama bulamamış... Yük taşımış, bulaşıkçılık yapmış, yine de evinin kirasını ödeyecek kadar para kazanamamış. Sonunda ev sahibinin de sabrı taşınca,
küçük bir bavula sığan eşyalarıyla sokakta bulmuş kendini...

Mevsim kış, hava ayaz olsa da genç adamın köşedeki parktan başka gidecek yeri yokmuş. Bir sabah iş arayacak derman bulamamış bacaklarında. Açlıktan ve soğuktan bitkin bir şekilde bankta otururken, kocaman bir araba yanaşmış kaldırıma. Arka kapıyı açmaya çalışan şoförü kızgınlıkla yana itmiş arabadan
inen yaşlı adam,

"Yalnız bırakın beni,
parkta dolaşırsam belki sinirim geçer"
diye söylenmiş.

Zengin bir işadamı olduğu her halinden
belli olan ihtiyar, birkaç adım attıktan sonra bankta titreyen terziyi görmüş. Terzi, adamın üzerindeki paltoya
bakıyormuş dikkatle.
Birden siniri geçiveren ihtiyar,

"Zavallı adamcağız kim bilir nasıl üşüyordur, ona nasıl yardım etsem acaba?" diye düşünmeye başlamış.
Oysa terzinin düşlediği paltonun sıcaklığı değilmiş. O, çok kalın ve kaliteli bir kumaştan üretilen bu paltonun sahibine hiç de yakışmadığını ve onun vücuduna uygun şekilde dikilmediğini düşünüyormuş. Yaşlı işadam, terzinin yanına yaklaşıp,
"Ne o evlat, bu ayazda parkta donmuşsun. İstersen paltomu sana verebilirim" deyince,
"Hayır, teşekkür ederim. Ben sadece bu paltonun size göre olmadığını düşünüyordum. Kumaşı fazla kalın ve sizi olduğunuzdan şişman göstermiş" diye yanıt vermiş terzi.
Yaşlı adam bu cevabı alınca hayli şaşırmış. Çünkü o da üzerindeki paltoya onca para ödediği halde kendisine bir türlü yakıştıramıyormuş.
"Soğuktan titrerken nasıl böyle bir şeye dikkat edebiliyorsun?" diye soran yaşlı adam,
"Ben terziyim" yanıtını alınca
"Benimle gel, hayat hikayeni yolda anlatırsın" diyerek arabaya bindirmiş bizim terziyi.
Bu karşılaşma, terzinin hayatındaki dönüm noktası olmuş. Böyle yetenekli bir insanın işsiz ve evsiz kalmasına çok üzülen iyiliksever yaşlı adam, terziye bir dükkan açmasına yetecek kadar para vermiş.
Bunun karşılığında tek istediği kendi giysilerini bu genç adamın dikmesiymiş. Terzi yeniden bir işe hem de kendi işine başlamanın heyecanıyla deliler gibi
çalışmaya başlamış. Bu arada yaşlı işadamı da desteğini esirgemiyor, onu kendi çevresinden zengin kişilerle tanıştırarak yeni siparişler almasını sağlıyormuş. Küçük dükkân önce kocaman bir modaevine dönüşmüş, sonra da pek çok ünlü marka için üretim yapmaya başlamış.
Terzi artık "ünlü işadamı" diye anılır olmuş.

Bir gün ihtiyar adam onu ziyarete gitmiş. Terzi çok büyük bir iş bağlantısı yapmak üzere yurt dışına gidecekmiş ve uçağa yetişmesine az bir zaman varmış. Biraz sohbet ettikten sonra yaşlı adam birden fenalaşmış, kalp krizi geçiriyormuş. Hemen bir ambulans çağırılarak hastaneye kaldırılmasını sağlamış. Yeni işadamımız ise büyük işi kaçırmak istemediği için uçağa yetişmiş. Yaşlı adam krizi atlatmış ve uzun süre hastanede yatmış, bir yandan da sadece bir kez telefon ederek durumunu soran terziyi bekliyormuş.
Fakat terzi daha çok para kazanmak için oradan oraya koştururken bir türlü yaşlı adamı ziyarete gidememiş.

Aradan o kadar uzun bir süre geçmiş ki bu sefer de utancından yaşlı adamın kapısını çalamaz olmuş.
Bir süre sonra terzinin işleri yolunda gitmemeye başlamış.
Fabrikalarını kapatmak zorunda kalmış ve elinde kala kala yine küçücük bir dükkan kalmış. Utana sıkıla yaşlı adama koşmuş hemen nerede hata yaptığını sormak için. Son derece kırgın olan ihtiyar yine de onu kabul etmiş ama anlatacağı öyküyü dinledikten sonra hemen çıkıp gitmesini istemiş.

Ve başlamış anlatmaya:
"Bir zamanlar fakir bir oduncu varmış. Ormandaki bir kulübede yaşar ve odun keserek hayatını kazanırmış. Bir gün kulübesinde yangın çıkmış ve bu
yangın bütün ormanı kül etmiş. O çevrede kimse ona güvenip iş vermeyince, çıkınını alan oduncu, eşeğine binip yola koyulmuş.

Ağaçların arasında yürürken birinin kendisine seslendiğini duymuş. Başını kaldırınca konuşanın bir bülbül olduğunu görmüş. Bülbül ona
"Senin haline çok üzüldüm, şimdi öyle bir büyü yapacağım ki eşeğin çok güzel şarkı söylemeye başlayacak, sen de onunla gösteriler yapıp çok para kazanacaksın" demiş.
Gerçekten de eşek birbirinden güzel
şarkılar söylemeye başlamış.
Oduncu o şehir senin bu kasaba benim dolaşıp eşeğine şarkı söyletiyor ve herkes onları izlemek için birbiriyle yarışıyormuş. Oduncu ve şarkı söyleyen eşeği bütün ülkede ünlenmişler. Bir gün yine bir gösteriye yetişmek için koştururlarken, bülbülün yardım isteyen sesini duymuş oduncu. Bir kedi bülbülü yakalamış ve yemek üzereymiş. Şöyle bir duraklamış ama gösteriye gitmemeyi, onca parayı kaçırmayı gözü yememiş,
arkasına bakmadan kaçmış oradan.
Gösteri başladığında ise eşeği her zamanki gibi güzel şarkılar söylemek yerine sadece bir eşeğin çıkarabileceği sesleri çıkarmış.

Oduncu kendisini şarlatanlıkla suçlayan izleyicilerin elinden canını zor kurtarmış. İşte o zaman bülbül ölünce büyünün bozulduğunu anlamış. Ben de senin bülbülündüm ve sen beni öldürdün,
büyü de o yüzden bozuldu. Keşke güzel giysiler dikerken dostluk ipliğini koparmasaydın..."

Öyküyü dinleyince hemen çıkıp gitmiş terzi, çünkü söyleyecek bir sözü yokmuş...
Dostluk iplerinizi koparmamanız dileğiyle....


İNANILIR GİBİ DEĞİL.
 
 İBRETLE OKUYUNUZ.

 


HAARP adında kitabı tam 2 kez okudum.  Mutlaka bulup okumanızı
tavsiye ederim.   Ben arkadaşıma göndermek için aradım ama hiçbir yerde
bulamadım.  Önüme gelen herkese söylüyorum da.. Akıl almaz bir olay nasıl gerçekleştiriliyor - ve bizlerin kılı bile duymuyor anlam veremedim.   Kitapta da adı geçen TESLA makinesinin kurul umu ile dışarıdan, Türkiye'nin ve benzeri yerlerin  jeolojik konumunu ele almayı
amaç edinmiş adamlar.. Ve büyük an; 17 Ağustos ta askeriyede yapılan büyük kokteyl daveti ile  ortak oldular. O gece kendi adamları-askerlerini de kaybettiler... Zarar vermeyeceğini düşündükleri proje asrın felaketine döndü.   Kitabı okuduktan sonra feci şaşkındım ve
benimde askeri çevremden araştırdığım tüm bu anlatılanları
doğruluyordu.  Marmara olayını artık deprem olarak kesinlikle düşünemiyorum. Marmara Depremi 17 Ağustos 1999, Gölcük Saatler gecenin üçüyd ü ve insanlar can havliyle kendilerini evlerinden  dışarıya atarken sanki bir kıyameti yaşıyor  gibiydiler. Ali Kırca'nın yönettiği Siyaset Meydanı'nda enkazdan kurtarılan bir bayan şunları  söylüyordu 'O gece ne olduğunu bilmiyorum ama  bildiğim bir şey var ki bu, depremden farklı bir şeydi. Bir iddiaya göre depremden hemen önce Gölcük'ten Avcılar' a kadar geniş bir alanda görülen 'ateş to pu'   ile ilgili bilimsel bir açıklama yapılamıyordu. Birtakım teoriler ortaya atılmaya başlandı. Kimine göre Ruslar bomba patlatmıştı. Kimine göre de Yugoslavya'da yaratılan bombaların yer kabuğunun  dengesini bozması sebebiyle  depremin gerçekleştiğini  söylüyordu. Hatta bazılarına göre işi PKK bile  yapmış olabilirdi. Nitekim CNN televizyonu Başbakan Bülent Ecevit ile yaptığı bir röportaj sırasında  depremin arkasında PKK'mı var' sorusuna 'Sanmıyorum' cevabını vermişti. Oysa bu sorunun doğal yanıtı 'siz ne   saçmalıyorsunuz, deprem le PKK'nın ne alakası var.' olmalıydı. Bu soruya verilen cevap, akıllara, PKK'nın deprem oluşturabilme ihtimalinin olduğunu düşündürdüğü gibi, yapay depremlerin olabileceği  sonucuna da götürmektedir Bu teoriler arasında akla en yatkın olanı Future  Times da yayınlanan araştırma dizisinde yer alan hikâyeydi. Bu senaryoya göre, San Andreas fay hattında meydana gelebilecek büyük bir depremin  Ameri kan ekonomisine çok büyük zarar vereceğini bilen ABD, yerkabuğundaki değişimleri izleyerek, daha deprem oluşmadan tektonik katmanlar arasında artan basıncı değişik noktalardan patlatıp boşaltarak,  büyük depremi küçük depremlere dönüştürmenin yolunu bulmuştu. Yıllar önce Sırp asıllı Amerikalı bilim adamı mucit Nicola Tesla tarafından geliştirilen bu düşük frekanslı elektromanyetik ışınımla yüksek enerji nakli' tekniğini, hem Ruslar hem de Amerikalılar uzun zamandır bir silah olarak kullanmanın yolunu  arıyorlardı.
Bu yöntemle, çok uzaktan, hatta uzaydan & nbsp;geniş alanlarda tahribat yapabileceklerdi. Ancak  Pentagon yıllardır çok güçlü bir silah geliştirmek  amacıyla üzerinde çalıştığı bu projeyi, bir yandan da barışçı 'deprem indirgeme' sistemine uygulamak  suretiyle tepkileri azaltmayı ve fonlama   devamlılığını sağlamayı amaçlıyordu. Bu nedenle proje önce Avustralya'nın çıplak ve seyrek nüfuslu  kırsal bölgelerinde denendi ve gelişti rildi. Daha   sonra bunun deprem bölgelerinde denenmesine geldi  sıra.. Değişik zamanlarda Kafkaslar' da, Okyanus tabanında ve Güney Amerika'daki Ant dağlarında  tektonik uyarılar verilmek suretiyle endüktif deprem yaratma konusunda büyük adımlar atıldı.. Bu araştırmalar Amerika' da HAARP ve diğer askeri  tesislerin kumanda merkezlerinde yürütülüyordu.  Bu arada, Türkiye, Japonya ve benzeri deprem bölgelerinde de sismik ağ şebekeleri kurularak bu  bölgelerin tektonik verileri saniyesi saniyesine  devasa bilgisayarların kayıtlarına g önderilmeye  başlandı. Ve gün geldi bu sistem Türkiye'de denenmek
istendi. Bölge zaten yılardır bu amaçla sismik  casusluk altındaydı. Nitekim gelişmeleri  dikkatle takip edenler, depremden hemen sonra, Türk Telekom' un Türkiye'nin sismik bilgilerini  Pentagona ileten NATO Üssü'nün iletişimini nasıl  kestiğini ufak puntolarla gazetelere düşen haberlerden hatırlayacaklardır. ABD'ni nası l  hedefi, Kuzey Anadolu fay hattındaki deneyden elde   edeceği tecrübe ve bulguları, San Andreas fay hattına uygulamaktı. Bu iş yine  çok yüksek askeri gizlilik taşıdığından, yürütme işi İsrailli uzmanlara verilmişti. Gerekli  makine ve donanım gizlice denizaltılarla Gölcük   üssüne getirilerek oradaki, yeraltı, denizaltı  korunaklarına kuruldu. Türk makamları durumdan detay bazda haberdar değildi. Deney başarılı olacağından  sonunda kimse normal dışı bir şeyin olduğunu fark  etmeyecekti. Bu amaçla Gece Şahini tatbikatı' nın Gece 03:00 da  başlaması planlandı. Gece saat tam 03:00 da düğmeye   basılacak ve Gece Şahini devreye alınacaktı. 1-2  dakika içinde de oluşturdukları muazzam enerjiyle   Marmara'nın altındaki tektonik tabakayı zayıf  yerlerinden kırıp, aylardır oluşan basıncı dışarı atacaklardı. Böylece büyük bir  deprem önlenmiş  olacaktı. Ama o gece bir şeyler yanlış gitti Doğa kendini   yönetmek isteyenlerden bir kez daha intikam almıştı. 45 saniye süren deprem, beklenenin 10.000 kat üstünde bir güçle gelmişti... Zayıflayan ve titreyen  elektrikler geri geldiğinde, gece saat 03:05'i  gösteriyordu. Daha bir kaç dakika öncesine kadar korunağın içinde şampanya patlatmayı bekleyenler,  şimdi korkudan buz gibi donmuş, hareketsiz ayakta  duruyorlardı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. On  binlerce insan, çoluk çocuk, o enkazın altında can  çekişiyor veya cansız yatıyordu. Bu tarihin en büyük   felaketiydi; hem de insan e liyle yaratılan... İşte o  andan sonra çantalardan çıkan Q planı' çalışmaya başladı. İlk önce bölgedeki tüm haberleşme ve elektrik enerjisi felç edildi. Kimsenin birbiriyle  haberleşmesi istenmiyordu. Cumhurbaşkanı dahi sabahleyin 'benim de telefonum kesikti' şeklinde   garip bir açıklama yaptı. Cumhurbaşkanı ve başbakan  şaşkındı. Saatlerce 'üzgünüz' bile diyemediler. 4   dakika içinde İs rail Başkanı Barak ve Birleşik Devletler Başkanı Clinton ile irtibat kuruldu.  O anda İsrail' de Ben Gurion' un Lod askeri   havaalanından 4 adet savaş uçağı savaş uçağı  eşliğinde 2 nakliye uçağı havalanıyordu. 2 dakika   sonra da İsrail Deniz Kuvvetleri ve NATO Güney Deniz  Saha komutanlığı' na bağlı tüm birlikler DEFCON-4  acil durumuna geçirildi. Amerikan 6'  ncı filosuna  bağlı gemiler de rotalarını İstanbul'a çevirmek için  Pentagon'dan emir aldılar. Bu arada devreye Avrupa   ülkelerinin liderleri de giriyor v e belki de  onlardan da Türkiye için sözler  alınıyordu. Yunanistan bile harekete geçirilerek Türkiye' ye karşı olan hasmane tutumuna son vermesi  sağlanıyordu. Tüm Batı başkentleri hareket  halindeydi, panik yoktu. Her şey kontrol ve koordinasyon altındaydı; bir tek Türkiye dışında.  İsrailli askerler ve üst düzey subaylar o gece   Gölcük'te ne arıyorlardı. Bu devir teslim töreni her yıl yapılan rutin bir ulusal törendi. Uluslararası bir kimliği  yoktu. Bunun nedenini şimdi daha iyi anlıyoruz. Hiç kimse bugüne kadar hiç katılmadıkları bu devir  teslim törenine neden katıldıklarını sormadı. Ya  şaşkınlıktan, ya da telaştan, enkaz altında kaç  İsrail askerinin öldüğü, kaçının yaralandığını da  soran olmadı. O felakette kaç İsrail askerinin   öldüğünü ne Genelkurmay yayınladı ne de İsrail böyle  bir bilgiyi açıklamak nezaketinde bulundu. Herkese verdikleri imaj ise oraya biz yardım için  geldikleriydi. Hemen bir hastane kurdular. Esas  amaçları enkaz altındaki askerlerini ve önemli askeri  malzemeyi çıkartarak götürmekti. Biz de 'Bak şu  İsrail'e helal olsun, hemen yardımımıza koştu' diyerek sevindik. Sabah saat 03.05 ile 06.30 arasında Batı'da bu  hareketlilik yaşanırken bölgede de çok hızlı ve çok  gizli askeri hareketlilik hakimdi. Ancak herkes kendi derdine düşmüş olduğundan bu olağanüstü gizli   operasyondan kimsenin haberi olmuyordu. Böylece bu  işi planlayanlar gecenin karanlığından da yararlanıp   denizaltından parçaları yüzeye vuran Tesla makinesinin kalıntılarını toplayıp, yer altı ve yerüstündeki tüm izleri yok etmeye çalışıyorlardı.   Ve bölgeye son hızla gelen Rus araştırma gemisi dahi sabah saat 06:30' da bölgeye vardığında, havanın  aydınlanmasıyla birlikte etrafta delil olabilecek tekbir cisim bile kalmamıştı. Deniz altında oluşan  radyasyon anlaşılmasın, dibe çöken kalıntılar araştırılmasın ve patlama sonuc u meydana gelen  denizaltı krateri ve çukur ortaya çıkarılmasın diye   bu bölge derhal askeri karantinaya alınarak dalışa  yasak bölge ilan ediliyordu. Ancak bütün bu temizlikler yapıldıktan sonra  Ecevit ve daha sonra da Demirel'in bölgeye gitmesine izin veriliyordu. Amerika tüm imkânlarını seferber etti. Clinton Amerikan halkından Türkiye'ye yardım  etmesini istedi. Kasım' da Türkiye'ye g eleceğini ilan edip; Ecevit' in de bu arada Amerika' ya (belki  de binlerce şehidin diyetini konuşmaya) kendini ziyarete geleceğini haber verdi.  İlk anda çok yadırgadığımız Sağlık Bakanı Osman Durmuş'un 'yabancılara tek bir hasta bile vermem  demesini, ABD Deniz Kuvvetlerine ait yüzer hastanede  tek bir hastanın bile tedavi edilmediğini,750 ton yardım malzemesiyle yüklü bir İsrail gemisinin üç gün süreyle gümrükte tutulmasını şimdi yadırgayabiliyor
musunuz? Enkaz altında binlerce  Mehmet, Hatice, Ayşe ve Ali'ye karşı bir vicdan borcumu z var. Onlar geride gözleri yaşlı on binlerce sevenlerini, sıcaklıklarından mahrum bırakırken,  sırf Kaliforniya'da Johnny' ler, Susan'lar ve   Alice' ler yaşasın diye yaşamdan çalındıklarını dünya bilsin Lütfen bu mesajı tüm bildiğiniz adreslere gönderin. Katkılarından dolayı; İzmir Ekonomi Üniversitesi  Bilgi İşlem Müdürü Mehveş Tijen AYAS 'e  teşekkürlerimizi bir borç biliriz.


GÖZLER      
Suriye'nin kadın Devlet Bakanı Bouthaina'dan:
Son zamanlarda duyduğum en doğru söz bu...
"Kadınları türban değil, gözündeki ifade korur. "
Alt tarafı bir çift organla bu kadar çok iş başarıldığı görülmemiştir.
Yeryüzündeki bütün canlıların gözleri sadece,
bakıp görmeye yaradığı halde kadın kısmı, neredeyse bir tek ortalığı süpüremez gözleriyle...
Sever, sevişir, beğenir...
Döver, küser, barışır...
Nefret eder, hesap sorar, azarlar...
Kovar, bağırır, çağırır, alay eder...
Erkek de bir insanoğlu, o da yapar demeyin!
Erkekler her durumda öyle bön bön bakarlar.
Asla, ne demek istediklerini anlamazsınız.
Gözlerini konuşturan sadece kadınlardır.
Çocukluğunuzu düşünün...
Annenizin bin türlü bakışı gelecektir aklınıza.
Misafirler gitsin, ben sana gösteririm bakışı...
Hadi artık odana git, yat bakışı...
Ağzını şapırdatma! b! akışı...
Kıçım tutulsaydı da seni doğurmasaydım bakışı...
Aynı babası bakışı...
Babanızdan bir bakış var mı, aklınızda?
Hiç zannetmiyorum olduğunu.
Babayla göz göze bile gelinmez öyle zırt pırt.
Şimdi de
büyüklüğünüzü düşünün...
Kaç kadın bir bakışın peşinden gitmiştir?
Hiç..
Peki kaç erkek bir bakış uğruna odu ocağı terk etmiştir?
Çookk..
BİR KADIN GİTTİĞİNDE........(BEKİR COŞKUN)
Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde "yetim-öksüz"
kalan çok olur.
Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar,  
yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.
Sık sık boynunu büker "sarıkız".
O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz
Değerini kimse anlayamaz  krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir
Koridor kimsesiz.
B! ir kadın gittiğinde...
Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslı nda;
Bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci...
Bir anne gider...
Bir dost...
Bir arkadaş...
Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde...
Hep böyle olur; bir kadın gittiğinde; övgüler, uyarılar, yakınmalar,
dualar  yetim kalır.
Kapı eşiğindeki "Dikkat et..." duyulmaz,
Annesi gitmiştir "geç kalma"nın.
Kadınlar,arkalarında büyük boşluklar bırakarak
giderler.
Bir kadın gittiğinde pek çok kişi gitmiştir aslında
Ve bir kadın gittiğinde pek çok "yetim" bırakmıştır arkasında.
Hayatınızdaki kadını yitirmemeniz dileğiyle


KAHVENİZİN TATINA VARIN;
Bir grup kariyer yolunda ilerleyen yeni mezun, eski üniversitelerindeki profesörlerini ziyaret için bir araya gelirler. Sohbet, sonunda işin ve hayatın stresinden şikâyetleşmeye döner.

Misafirlerine kahve ikram etmek isteyen profesör mutfağa gider ve yanında büyük bir termos içinde kahve ve porselen, plastik, cam, kristal olmak üzere değişik tarzda ve ucuz görünenden, pahalı ve hatta çok özel olanlarına kadar değişik kahve bardakları ile gelir.

Herkes bir bardak secince, profesör şöyle söyler :
'Fark ettiyseniz, tüm pahalı görünen bardaklar alındı ve geriye ucuz görünümlü, sade bardaklar kaldı.

Kendiniz için en iyi olanı istemeniz normal olsa da, bu sizin stresinizin ve problemlerinizin kaynağı aslında.
Emin olun ki, bardağın kendisi kahvenin kalitesine hiç bir şey katmaz.

Çoğu zaman, sadece daha pahalıdır ve hatta bazı durumlarda da içtiğimizi saklar. !
Hepinizin aslında istediği kahveydi, bardak değil, ama bilinçli olarak en iyi bardaklara yöneldiniz ve sonra birbirinizin bardağına bakmaya başladınız.

Hayat kahveye benzer,
is, para ve toplumdaki konumunuz da bardaklar.
Onlar hayati tutmak için sadece araçlardır ve seçtiğimiz bardak yasadığımız hayatin kalitesini belirlemediği gibi değiştirmez de.

 Bazen sadece bardağa odaklanarak kahvenin tadını çıkarmayı unuturuz.
Kahvenizin tadına varın!

En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip değildirler. Sadece her şeyin en iyi şekilde tadını çıkartırlar.

 NAZIM...Büyük ustadan olaganüstü bir ders!

 Nazım Hikmet'in Bursa Cezaevi'nde tutsaklık günleri. Koğuş arkadaşlarını okumaya
yazmaya yönlendiren Nazım, aynı zamanda cezaevi yönetimine de yardım etmektedir.
Cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı'ndan bir müfettiş gelir.
Bir kaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:
- Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der.
Nazım'i odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş Nazım'ı tepeden tırnağa süzer ve:
-Demek Nazım sizsiniz, der. Nazım'a oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşma sonrası, gidebilirsiniz, der. Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe:
-Ömer Hayyam adını duydunuz mu? diye sorar.
Müfettiş hemen atılır:
-Kim duymaz Hayyam'i.
Nazım:
-Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi? diye sorar.
Müfettiş şaşırır. Nazım konuşmasını sürdürür;
" görüyorsunuz sanatcıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız.
Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet
Bakanı'nı ve sizi kimse anımsamayacak" der çıkar.
Müfettiş yaptığı yanlışı anlar, Nazım'ı geri çağırır ama Nazım
koğuşunun yolunu tutmuştur.

Sahi, o dönemin Adalet Bakanı kimdi?


Kürtleri kim sömürüyor!!!
>
> Siz hiç PKK’nın ve DTP’nin, Güneydoğu’da hala
> geçerli olan Feodal Düzenden, Aşiret Düzeninden,
> Ağalık ve Şeyhlikten şikâyet ettiklerini duydunuz
> mu?  Bölgede yaşayan insanlara hayatlarını zindan
> eden bu sömürü düzenini ortadan kaldıracak bir öneri,
> bir talep, bir yasa teklifi neden yapılmaz.
>  
> Cumhuriyet kurulduğundan bu yana her
> seçim döneminde oluşan TBMM’nin en az üçte birini
> Kürt kökenli vatandaşlarımız oluşturmaktadır.
> Büyük çoğunluğu, çok zengin ağa, şeyh, aşiret
> reisi, onlarca, yüzlerce köy sahibi Kürt kökenli
> Milletvekillerinden , bu konularda bir beyanat işittiniz
> mi?
> Atatürk Cumhuriyetini “gerici” bulan Kürt
> aydınları, toprak ağalarına, dinci şeyhlere-şıhlara
> neden övgüler düzerler, anlayan var mı?
>  
> Peki, PKK emrettiği için, kandilden
> gelen eşkıyaları karşılamaya giden binlerce insandan,
> bir demokratik tepki, bir sivil eylem,”ağalık düzenine
> karşıyız” yeter, artık bizi sömürmeyin diye bir ses
> duydunuz mu?
>  
> Bölgede en çok ezilen, sömürülen
> “KADINDIR”. Kadın Bölgede kelimenin tam anlamıyla
> KÖLE gibidir. İki görevi vardır. Doğurmak ve
> çalışmak. İnsan yerine bile konmazlar. Üniversite
> mezunu Kürt kökenli kadınlardan, hemcinslerini kurtaracak
> bir proje, bir çalışma, moda deyimle bir açılım
> gördünüz mü?
>  
> Göremezsiniz, Türk Devletine ve
> kurumlarına karşı KURT gibi olanlar, ağalarının.
> Şeyhlerinin, Şıhlarının önünde KUZU olurlar.  Ne
> yazık ki Kürtler umudunu, dinci
> şeyhler-şıhlara, toprak ağalarına, köhnemiş
> düzeni sürdürmek isteyen siyaset bezirgânlarına ve
> emperyalist güçlere bağlamış görünüyorlar.
>  Şeyhlerle, ağalarla, dini istismar eden yobazlarla
> kol kola girerek, özgürleşme ve ilericilik olabilir mi?
> Elbette ki olamaz.
>  
> Sorularımıza devam edelim; Kuzey
> Irak’ta bir erkeğin dört kadın almasına izin veren
> yasayı onaylayan Mesut Barzani’ye niçin hiçbir Kürt
> Aydını karşı çıkmaz.  Neden bölgedeki dini
> şeyhlerini “uçurmak” için birbirleri ile
> yarışırlar?  Niçin Kürt Derebeylerine
> “kahraman” muamelesi yaparlar? Neden Bölgede insanlar
> Cumhuriyete düşman olarak yetiştirilir de, Kuzey
> Irak’taki gerici. Feodal düzen alkışlattırılır?
>
> Akraba evlilikleri niçin bu kadar yaygındır?  Bu
> yazı için Sayın Soner Yalçın’ın bir makalesinden
> büyük ölçüde yararlandım. Kendisine teşekkürlerimi
> sunarım. Eline, kalbine sağlık. Sayın Yalçın’ın
> yazdığı akraba evliliklerine bir bakalım.
>  
> Mehdi Zana; Sosyalist Mehdi Zana
> 1963’te Türkiye İşçi Partisinin Diyarbakır
> kuruluşunda bulundu. Silvan İlçe Başkanı oldu.
> 12.Mart.1971 de cezaevine konuldu. 1977 de Diyarbakır
> Bağımsız Belediye Başkanı seçildi. Kendisinden 21 yaş
> küçük, 14 yaşındaki DAYISININ KIZI, Leyla Zana ile
> evlendi.
>  
> Canip Yıldırım; Sosyalist Canip Yıldırım, Ankara
> Hukuk Fakültesini bitirdi. Fransa’da master yaptı.
> Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşunda çalıştı.
> Cezaevinde bile papyon takan Canip Yıldırım, DAYISININ
> KIZI SELMA Hanımla evlendi.
>
> Mehmed Uzun: Sosyalist Mehmed Uzun 1977 yılında zorunlu
> olarak Türkiye’den ayrıldı.  Yıllarca İsveç
> Yazarlar Birliği Üyeliği yaptı ve Pen Kulüp’te
> çalıştı. Romanlar yazdı. O da diğerleri gibi
> kendisinden 20 YAŞ KÜÇÜK AMCASININ KIZI ZOZAN’la
> evlendi.
>
> Şivan Perver: Sosyalist şarkıcı Şivan
> Perver’de, DAYISININ KIZI Gülistan Hanımla evlendi.
>  
> Musa Anter: Akraba evliliği yapmadı
> ama Kürt Teali Cemiyetinin kurucusu, İslamcı yazar
> Abdurrahim Rahmi Zapsu’nun, Avusturya Saint George’te
> okuyan kızı Ayşe Hale Hanım ile evlendi.
>
> Yusuf Azizoğlu: Tıp Doktoru, Sağlık
> Bakanı, Kürt Aydını. Ölen amcasının eşiyle
> evlendi.
>
> Mustafa Remzi Bucak: Bucak Ailesinin en
> okumuşu. İstanbul ve Belçika’da hukuk eğitimi gördü.
> Amcasının kızı Zehra Hanımla evlendi.
>
> Ahmet Türk: DTP Genel Başkanı. Ölen
> Amcasının eşiyle evlendi. Üstelik evlendiği kadın 3
> çocuklu idi. 3 çocukta Ahmet Türk’ten oldu.
> Çocuklarının bazılarının amcası, bazısının babası
> oldu.
>
> Abdülmelik Fırat: Şeyh Said’in torunu
> olan ve geçenlerde vefat eden A. Fırat’ta Amcasının
> kızı ile evlenmişti.
>
> Şimdi esas ve can alıcı soruyu sormanın zamanı geldi;
> Hepsi çok zengin ve toprak ağası olan bu Sosyalist
> Kürtler, kendi mallarını koruyabilmek için mi akraba
> evliliği yapıyorlar ve TOPRAK REFORMUNU bunun için mi
> ağızlarına bile almıyorlar?
>  
> Evet, bunun için, kendi
> saltanatlarını n devamı için alçakça bir oyunun içine
> utanmadan, sıkılmadan girdiler.  Bir taraftan kendi
> sömürülerini Türkiye Cumhuriyeti’nin üstüne
> attılar, diğer taraftan salak siyasetçileri kandırarak
> “Biz Devletten yanayız” teranesiyle hem devlet
> ihalelerini aldılar, aldıkları ihaleleri tamamlamayarak
> hem devleti hem de milleti kazıkladılar.
> Sıkıştıklarında Faşist Diktatör BARZANİ’yi
> alkışlatarak, akılları sıra Türkiye’ye gözdağı
> verdiler. PKK’da bunların silahlı tetikçisidir.
> Çözemedikleri problemleri, silahla, kanla, uyuşturucu ile
> PKK’ya yaptırırlar. Sapık Apo’da Marksist- Leninist
> devrim yapacağım diye, dört duvar arasında döner
> durur.
>
> Demokratik Açılım şarttır.
> Bölge insanını bu kan ve silah tüccarlarının
> ellerinden kurtaracak, toprak reformu dâhil, her türlü
> demokratik hakların gelişmesi için ne
>  gerekiyorsa yapılmalıdır. Yapılacaklarla ilgili
> çalışmalarımız ve tekliflerimiz vardır. Önümüzdeki
> günlerde bunları beraberce tartışacağız.
>
> Son olarak bölge insanına, Atatürk-Cumhuriyet denince
> içi titreyen Kürt kardeşlerime seslenmek istiyorum; Yeter
> artık, seni asırlardır sömüren bu kan emicilere yüz
> verme.  <devletine güven. Yanlış yapan devlet
> memuru olursa onunla kanun önünde hesaplaşırız. Ya
> ağa, toprak sahibi, şeyh, şıh’la nasıl
> hesaplaşacaksın? Hadi artık ülkeni bölmek isteyen bu
> zibidilere yüz verme. Onlardan toprak reformu iste. Ne
> cevap alacağını beraberce göreceğiz.
>
> Kürt kökenli vatandaşlarımızı kimin ve kimlerin
> sömürdüğü belli. Önemli olan bu gerçeği tüm
> ülkeye> anlatabilmek. Onu da
> başaracağız.  
>  
> Sağlık ve başarı dileklerimle,
>  
> 27.Ekim..2009
> Rifat Serdaroğlu
> Eski Sağlık ve Devlet Bakanı


PAPAZI DÖVDÜRTMEYECEKTİK ;
 
Üç arkadaş bir yaz günü yaya olarak yolculuk yapmak zorunda kalıyorlar.
Biri Türk, biri Kürt, diğeri de Ermeni. Ama Ermeni olan aynı zamanda papaz.

Aşırı sıcak nedeniyle, bir süre sonra yolda susuyorlar. Etrafta su yok. Bağların olgun zamanı.
“İki salkım üzüm yiyelim de ağzımız ıslansın,” diye Bir bağa giriyorlar.
Bağın sahibi bir Türk ama onu görememişler.
“Kaç paraysa veririz,” diyerek yemeye başlamışlar.
Bu sırada bağın sahibi gelmiş. Bakmış üç kişi üzümünü yiyorlar.
Fena bozulmuş ama üç kişiyle de başa çıkamayacağını düşünmüş.
Birine bakmış, kıyafetinden Ermeni ve papaz olduğu belli.
Diğerine bakmış, konuşmasından Kürt olduğunu anlamış.
Üçüncüsü de Türk.

Dönmüş Ermeni’ye, “Bak bu adam Türk, yesin malımı.
Benim kanımdandır. Helali hoş olsun.
Bu da Kürt’tür ama din kardeşimdir.
Sen niye yiyorsun benim üzümü mü?” demiş.
Bu laf, üzerlerine sorumluluk yüklenmeyen Türk ve Kürt’ün hoşuna gitmiş. Adam, papazı bir güzel dövmüş.
Kıpırdayacak hal bırakmamış, yere uzatmış.

Bağ sahibi biraz sonra Kürt’e dönmüş.
“Müslümansın da niye sahipsiz bağa giriyorsun.
Bu adam benim kanımdan yediyse afiyet olsun,
Çünkü o Türk’tür. Kardeşimdir,” diyerek bir güzel onu da dövmüş
ve yere uzatmış.

 

Bu durum Türk’ün hoşuna gitmiş.
Biraz sonra Türk’e dönmüş ve “Tamam anladık Türk'sün,
Aynı kandanız, aynı dindeniz ama sahibi olmadan başkasının
bağına girilir mi?” diyerek Türk’e de vurmaya başlamış.
Türk yumrukla yere yuvarlanınca Kürt’e dönmüş ve
“Biz,” demiş…“papazı dövdürmeyecektik.”


ESKİ BİR TAPINAK YAZITI

XSENTIUS M.Ö. IX. yy.

Gürültü, patırtının ortasında sükûnetle dolaş;
sessizliğin içinde huzur bulunduğunu unutma.
Başka türlü davranmak açıkça gerekmedikçe
herkesle dost olmaya çalış. Sana bir kötülük yapıldığında verebileceğin en iyi karşılık
unutmak
olsun. Bağışla ve unut. Ama kimseye teslim
olma.
İçten ol; telaşsız, kısa ve açık seçik konuş.
Başkalarına da kulak ver.
Aptal ve cahil oldukları zaman bile dinle onları;
çünkü, dünyada herkesin bir öyküsü vardır.
Yalnız planlarının değil, başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşinle ne kadar küçük olursa
olsun ilgilen; hayattaki dayanağın odur.
Seveceğin bir iş seçersen yaşamında bir an
bile çalışmış olmazsın.
İşini öyle sev ki, başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olacaksın.
Olduğun gibi görün ve göründüğün gibi ol.
Sevmediğin zaman sever gibi yapma.
Çevrene önerilerde bulun ama hükmetme.
İnsanları yargılarsan onları sevmeye zamanın
kalmaz. Ve unutma ki, insanlığın yüzyıllardır öğrendikleri,
sonsuz uzunluktaki bir kumsaldaki tek bir kum taneciğinden fazla değildir.
Aşka burun kıvırma sakın; o çöl ortasında
yemyeşil bir bahçedir.
O bahçeye layık bir bahçıvan olmak için
her bitkinin sürekli bakıma ihtiyacı olduğunu
unutma.
Kaybetmeyi ahlaksız bir kazanca tercih et.
İlkinin acısı bir an,
ötekinin vicdan azabı bir ömür boyu sürer.
Bazı idealler o kadar değerlidir ki,
o yolda mağlup olman bile zafer sayılır.
Bu dünyada bırakacağın en büyük miras
dürüstlüktür.
Yılların geçmesine öfkelenme;
gençliğe yakışan şeyleri gülümseyerek teslim et geçmişe.
Yapamayacağın şeylerin yapabileceklerini
engellemesine izin verme. Rüzgarın yönünü değiştiremediğin zaman,
yelkenlerini rüzgâra göre ayarla. Çünkü dünya, karşılaştığın fırtınalarla değil, gemiyi limana getirip getiremediğinle ilgilenir. Ara sıra isyana yönelecek olsan da hatırla ki, evreni yargılamak imkansızdır.
Onun için kavgalarını sürdürürken bile kendi kendinle barış içinde ol.
Hatırlar mısın doğduğun zamanları;
sen ağlarken
herkes sevinçle gülüşüyordu.
Öyle bir ömür geçir ki, herkes ağlasın öldüğünde,
sen mutlulukla gülümse. Sabırlı, şefkatli,
bağışlayıcı ol.
Eninde sonunda bütün servetin sensin.
Görmeye çalış ki, bütün pisliğine ve
kalleşliğine rağmen dünya yine de
insanoğlunun biricik mekanıdır.


Alıntıdır.

XSENTIUS M.Ö. IX. yy.


Farkında Olmalı İnsan...
Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Farkında Olmalı.
Farkı Fark Etmeli, Fark Ettiğini De Fark Ettirmemeli Bazen...
Bir Damlacık Sudan Nasıl Yaratıldığını
Fark Etmeli.
Anne Karnına Sığarken Dünyaya Neden Sığmadığını
Ve En Sonunda Bir Metre Karelik Yere Nasıl Sığmak Zorunda Kalacağını
Fark Etmeli.
Şu Çok Geniş Görünen Dünyanın, Ahirete Nispetle Anne Karnı Gibi Olduğunu
Fark Etmeli.
Henüz Bebekken 'Dünya Benim!' Dercesine Avuçlarının Sımsıkı Kapalı
Olduğunu, Ölürken De Aynı Avuçların 'Her Şeyi Bırakıp Gidiyorum
İşte!' Dercesine Apaçık Kaldığını
Fark Etmeli.
Ve Kefenin Cebinin Bulunmadığını Fark Etmeli.
Baskın Yeteneğini
Fark Etmeli Sonra.
Azraillin Her An Sürpriz Yapabileceğini,
Nasıl Yaşarsa Öyle Öleceğini
Fark Etmeli İnsan
Ve Ölmeden E vvel Ölebilmeli.
Hayvanların Yolda Kaldırımda Çöplükte
Ama Kendisinin Güzel Hazırlanmış Mükellef Bir Sofrada Yemek Yediğini
Fark Etmeli.
Eşref-İ Mahlukat (Yaratılmışların En Güzeli) Olduğunu
Fark Etmeli.
Ve Ona Göre Yaşamalı.
Gülün Hemen Dibindeki Dikeni, Dikenin Hemen Yanı Başındaki Gülü
Fark Etmeli.
Evinde 4 Kedi 2 Köpek Beslediği Halde
Çocuk Sahibi Olmaktan Korkmanın Mantıksızlığını
Fark Etmeli.
Eşine 'Seni Çok Seviyorum!' Demenin Mutluluk Yolundaki Müthiş Gücünü
Fark Etmeli.
Dolabında Asılı 25 Gömleğinin Sadece Üçünü Giydiğini, Ama Arka
Sokaktaki Komşusunun O Beğenilmeyen Gömleklere Muhtaç Olduğunu
Fark Etmeli.
Zenginliğin Ve Bereketin, Sofradayken Önünde Biriken Ekmek
Kırıntılarını Yemekte Gizlendiğini
Fark Etmeli.
FARK ETMELİ.
Ömür Dediğin Üç Gündür,
Dün Geldi Geçti Yarın Meçhuldür,
O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür,O Da Bugündür.

 

Can Yücel


 

AAAAA



NOT : Kime: Hiç kimseye ithaf edilmemiştir, yanlış anlamalara meydan vermemesini... dilerim. Bir genelleme yapılarak yazılmış. Ahvalimiz bundan ibarettir.


Köyümüz şehirden yüksek mi yüksek,
Baban yaşlanıyor oğul, bilmem ki n'etsek?
Söz dinlemiyor artık ahırdaki eşek,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Sizi 9 ay 10 gün karnımda taşıdım,
Beş oğul bir kızım için yaşadım,
Şimdi halim kalmadı, gençliğimi boşadım,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Köyde bacalar eskisi gibi tütmüyor,
Çorba bile boğazımızdan geçmiyor,
Takatimiz kalmadı işler bitmiyor,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Geçenlerde kasabadan köye doktor geldi,
Sağlam kimse kalmadı herkese ilâç verdi,
Bana da 'Kendini yorma ansızın gidersin.' deyiverdi,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Eskiden köyümüzde yağız delikanlılar vardı,
Gelinler al duvak içinde, giderken ağlarlardı,
Gençler köyü terkettiler, şimdi ihtiyarlar kaldı,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Hani yalnız yaşayan komşumuz Ali Amca vardı,
O da rahmetli oldu, cenazesi ortada kaldı,
Mezarını kazacak delikanlı bulunamadı,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Öğrenci yokluğundan artık okul kapalı,
İhtiyarlayınca, babanın döküldü saçı sakalı,
Benimde dizlerim tutmaz, ağır işlere bakalı,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

İmam bile usandı, tayin yaptırıp gitti
Bir ezan sesi duyuyorduk, o da bitti,
Hastalıklar çoğaldı, artık canımıza yetti,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Analarda ciğer, evlâtlarda merhamet olur,
Gezen görür, yaşayan ölür, eden elbet bulur,
Hayır duamızı alın biz ölmeden ne olur,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!

Sizin huzurunuzu kaçırmak istemem,
Gelinlerimi severim asla kin beslemem,
Şimdi gelmezseniz cenazeme de istemem,
Gelinlerden biri gelip, hizmet etse oğul!


OĞULLARIN ANALARINA CEVABI
(1. oğul)
Ana, şimdi Akdeniz sahillerindeyiz,
Buralar çok güzel size de tavsiye ederiz,
Çocuklar diyor ki, 'Ölürüz de o köye gitmeyiz!'
Kusura bakma, çocuklar istemezse biz gelemeyiz!

(2. oğul)
Ana, mektup yazmışsın bize boşu boşuna,
Çünkü daha açarken gitmedi hanımın hoşuna,
İdare edin artık, bu sene de yalnız başına,
Kusura bakma, ben hanımı gönderemem ana!

(3. oğul)
Ana, gönderdiğin mektubu şimdi okudum hanıma,
Dedi ki 'Bu devirde hizmet var mı Allahaşkına?'
Ne olur, soğuk su katma benim pişmiş aşıma,
Kusura bakma ana, gönderemem hanımı sana asla!

(4. oğul)
Ana darılma, vakit bulup da mektubunu okuyamadım,
Şimdi okuyunca ne demek istediğini çok iyi anladım.
Benim hanımdan başka çağıracak gelin mi bulamadın?
Kusura bakma gönderemem, hanım köye alışamaz ana!

(5. oğul)
Ana, ağabeyim söyledi, hizmete benim hanımı çağırmışın,
Olur mu öyle şey, doğalgazdan sobalı eve nasıl alışsın?
Bir de önceden başlamış günleri var, yarım mı kalsın?
Kusura bakma ana gönderemem, bu sene benimki kalsın!

(Ortak çözüm)
Beş kardeş hanımlarıyla bir araya geldiler.
'Anamızın isteği yerinde, âcil çözüm bulalım!' dediler.
Biz ne yapacağız diye düşünürlerken, aklı gelinler verdiler.
Kusura bakma ana, sana hizmete BACIMIZI uygun gördüler!

 

ALİ BABA SİTESİ
BU SİTEYE 70580 ziyaretçi (179206 klik) GELDİ
ALİ BABA SİTESİ Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol